Editör’den,

Son iki hafta içinde ülkede meydana gelen talihsiz olaylardan biri Hatay milletvekili Ş. Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 30 Ocak günkü toplantısında hakkındaki sözde kesinleşmiş olan mahkûmiyet kararının genel kurulda okunmasıyla Atalay’ın miletvekilliği sureta düşmüş görünüyor.  Hukuk dışı ve Anayasaya karşı hile niteliğinde olmasından başka, siyaseten hiç te akıllıca olmayan bu emrivakinin ayrıntılı bir değerlendirmesini aşağıda arkadaşımız A. Rıza Çoban’ın kaleminden okuyacaksınız. Burada şu kadarını söyleyelim ki, bu talihsiz olay halihazırda ülkemizde en üst iktidar mevkiinde, yargı ve yasama organı gibi anayasal kurumları ve bizatihi Anayasayı kendi siyasî ihtiraslarına kurban etmekte tereddüt göstermeyen bir siyasî heyetin bulunduğunu bir kere daha teyit etmiştir.  

Geçen günlerde yaşadığımız başka bir talihsiz olay da ülkemizin kısa aralıklarla iki ayrı terör saldırısına uğramış olmasıdır. Önce 28 Ocak günü İstanbul Sarıyer’deki Santa Maria Kilisesi’ne Pazar ayini sırasında Tacik ve Rus militanlarca gerçekleştirilen İŞİD saldırısında maalesef bir kişi hayatını kaybetti. Sonra da 6 Şubat’ta İstanbul Çağlayan Adliyesi’ne bu sefer DHKP/C mensubu militanlarca yapılan başka bir saldırıda teröristlerin ikisi de ölürken altı kişi de yaralandı. Ülkenin bir hafta arayla art arda iki terör saldırısına maruz kalması kamu güvenliği açısından hiç te iyiye işaret olmasa gerek.    

Bu arada siyasî önemi bulunan başka gelişmelere de tanık olduk. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim kampanyası sırasında söylediği talihsiz bir söz bunlardan biri. Erdoğan 3 Şubat günü Hatay’da yurttaşların yerel seçimlerde verecekleri oyu kendi partisine yönlendirmek amacıyla şöyle konuştu: “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi?…” Bu sözün ne anlama geldiği hiç kimse için sır değil. Besbelli ki, Cumhurbaşkanı kendi bölgelerinin merkezî hükümetin kontrolündeki aynî ve nakdî nitelikteki kamusal kaynaklardan yararlanmasını istiyorlarsa, seçmenlerin 31 Mart’taki yerel yönetim seçiminde kendi adaylarına oy vermesi gerektiğini, aksi halde devletten hiçbir yardım alamayacaklarını anlatmak istiyor. Açıktır ki, basın-yayın organlarının da doğru olarak teşhis ettikleri gibi, bu söz hem AKP-MHP iktidarının şimdiye kadar ki zaten olağanlaşmış olan partizan-tarafgir uygulamasının bir itirafıdır, hem de yerel halka yönelik alenî bir tehdittir. Oysa bu, bırakalım demokratik olup olmadığını, asgariden medenî bir ülkede bile söylenebilecek bir söz değildir. 

İlginçtir, Cumhurbaşkanı seçim meydanlarında medenî ve demokratik anlayışla taban tabana zıt olan bu konuşmayı yaparken, beri tarafta Anayasa Mahkemesi’ne yeni atanan bir üyenin and içme töreninde Mahkemenin Başkanı yaptığı konuşmada meslektaşlarına oldukça manidar bir hatırlatmada bulunuyor: ‘’Üzerimizdeki cübbeler, toplumun adalete güveninin sembolüdür. Bu güveni sarsacak, aşındıracak davranışlardan kaçınmak da göreve başlarken yaptığımız yeminlere sadakatin, ahde vefanın gereğidir.” Anayasa Mahkemesi Başkanının bununla neyi ima ettiği sır değildir.  Başkan Zühtü Arslan’ın böyle bir hatırlatmaya ihtiyaç duyması Anayasa’sında (m. 9) mahkemelerin ‘’bağımsız ve tarafsız’’ olduğu belirtilen bir ülke için ne hazin bir tecellidir! 

Bu iktidar döneminde partizan kayırmacılığın devlet yönetiminin her alanına nüfuz etmiş olduğunu yüzlerce, belki binlerce örnekten biliyoruz. Buna karşılık yargıda iktidarla uyumlu hareket etme saikiyle adaletten sapma eğiliminin örnekleri var olsa da, bu sapmanın güçlü siyasî mevkilerde bulunan AKP’lilerin yakınlarını kayırma şeklini de alabileceği pek aklımıza gelmezdi. Ancak, DEVA Partisi milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun ortaya çıkardığı bir olay ile bu iktidarın günah hanesinde bu gibi kişiye özgü kayırma örneklerinin de yer aldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu örnekte, ‘’FETÖ’’ üyesi olmak iddiasıyla yargılananların davalarında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de tespit ettiği gibi aslında kendi başına suç teşkil etmeseler de, 15 Temmuz 2016 sonrasında mahkemelerin genel olarak örgüt üyeliğinin kanıtı olarak kabul ettikleri Bylock kullanımı ve benzer bulguların görevdeki Adalet Bakanı’nın aynı isnatla yargılanan kardeşi için de daha da fazlasıyla mevcut olduğu halde, mahkemece hakkında ‘’ceza verilmesine yer olmadığı’’ kararı verilmiştir.  Evet, Yeneroğlu’nun da söylediği gibi, on binlerce masum insan benzeri suçlamalarla haksız yere hapis yatarken Bakanın kardeşine ‘’piyango vurması’’ tesadüf olabilir mi? Ve yargı uygulamasında acaba daha kaç tane bu türden kayırmacılık örnekleri vardır?…

Bu arada, bir süredir kendisi ve ailesi hakkındaki söylentilerin saygınlığını yıprattığı ve aynı zamanda Başkanı olduğu Merkez Bankası’na olan güveni de zedeleme istidadı taşıyan  H. Gaye Erkan sonunda görevden alınarak yerine sürpriz bir isim, Fatih Karahan atandı.  Yeni Başkanın Merkez Bankası’nın para politikasıyla ilgili  hedeflerinin tutmasını sağlayıp sağlayamayacağı  şimdilik belli olmamakla beraber, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in yaptığı son açıklamada enflasyondaki muhtemel gerilemeyle ilgili takvim biraz daha geriye atılmış bulunuyor. Ne var ki, Şimşek ve ekibinin şu ana kadarki performansı, ne yazık ki, para ve maliye politikasıyla ilgili olarak geleceğe dönük iyimser beklentiler yaratabilmiş değil. 

Bu sayıda ayrıca Ömer Faruk Şen Türkiye’nin Uluslararası Şeffalık Örgütü tarafından yayınlanan son Yolsuzluk Algısı Endeksi’ nde gün yüzüne çıkan bozuk yolsuzluk sicilinin bazı nedenlerini tespit ediyor ve bu durumun düzeltilmesi için yapılması gerekenler konusunda öneriler sunuyor. Enes Özkan ise Merkez Bankası’nda yaşanan ve H. Gaye Erkan’ın başkanlıktan alınıp yerine Fatih Karahan’ın getirilmesinin yankılarını ve muhtemel sonuçlarını değerlendiriyor. 

Özgürlük Gündemi’nin gelecek sayısında buluşmak üzere.

* Mustafa Erdoğan

TBMM Anayasaya Uymamayı Tercih Etti: Can Atalay’ın Vekilliği Düşürüldü

Özgürlük Gündemi’nin önceki sayılarında defalarca durumunu incelediğimiz Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki kesin olduğu iddia edilen mahkûmiyet hükmü Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda okunarak vekilliği düşürüldü. Oysa Anayasa Mahkemesi iki kez Atalay’ın milletvekili seçildikten sonra yargılanmaya devam edilmesinin Anayasaya aykırı olduğuna karar vermiş ve kararlarını ilgisi nedeniyle TBMM’ye de göndermişti. AYM ihlal kararlarının TBMM’ye gönderilmesinin tek bir anlamı vardı. Bu kararlar yasama organı için de bağlayıcı olduğundan Anayasaya aykırı olduğu tespit edilmiş mahkûmiyet kararının Genel Kurulda okunmaması ve Atalay’ın vekilliğinin düşürülmemesi gerekiyordu. Zira Anayasanın 153. maddesi AYM kararlarının yasama organı açısından da bağlayıcı olduğunu öngörüyor.  Anayasanın bu açık hükmüne rağmen TBMM’nin Anayasaya uymayı reddetmesi, ülkenin Anayasasızlık konusunda geldiği aşamayı göstermesi açısından manidar bir durumdur. TBMM Başkanvekilinin anayasayı yok sayan ve anayasanın açık hükmüne uymayı reddeden bu tavrının asgari hukuk düşüncesine sahip bir devlette anlaşılması ve kabul edilmesi mümkün değildir. 

TBMM Başkanvekili tarafından kararın okunması işleminde de Anayasaya ve teamüllere aykırı pek çok durum söz konusudur. Öncelikle kararın okunacağı AKP Grup Başkanvekili tarafından kamuoyuna duyurulmuş, ardından TBMM Başkanvekili alelacele Danışma Kurulunu toplayarak muhalefet partilerinin itirazlarına rağmen kararı geçirmiş ve Genel kurulda kararı okutmuştur. Üstelik okunan fezlekenin de teamüllere aykırı olarak yürütme organı (Adalet Bakanlığı-Cumhurbaşkanlığı) kanalıyla gelen bir tezkere değil, doğrudan Yargıtay 3. Ceza Dairesi Başkanınca TBMM’ye gönderilen bir yazı olduğu görülmektedir. Bu uygulamanın bir eylemli İçtüzük değişikliği niteliğinde olduğu ve dava konusu yapılması gerektiği yönünde görüşler dile getirilmiştir. 

Bu konudaki bir başka tartışma da ortada okunabilecek nitelikte kesin bir mahkûmiyet hükmü bulunmadığı tezidir. Zira Anayasa Mahkemesi iki kez söz konusu hükmün Anayasaya aykırı olduğuna karar vermiş ve yeniden yargılama yapmak üzere kararını ilk derece mahkemesine göndermiştir. Bu durumda ortada okunabilecek nitelikte kesin bir mahkeme kararı bulunmadığı söylenebilir. Elbette AYM’nin ihlâl kararı bir tespit kararıdır. Bu kararın ilk derece mahkemesi tarafından verilen ve Yargıtay tarafından onanan mahkûmiyet hükmünü iptal etmediği açıktır. Ancak AYM’nin verdiği ihlâle ilişkin tespit kararıyla söz konusu kararın uygulanabilirliğini kaybettiği söylenebilir. Elbette burada olması gereken AYM’ye ihlâl tespiti halinde ihlâle neden olan işlemi iptal etme yetkisinin tanınmasıdır. AYM kanun taslağının ilk halinde olan bu yetki ne yazık ki muhalefet partilerinin yoğun itirazı üzerine Komisyonda yasadan çıkarılmıştır. Yeni bir yasal değişiklik durumunda bu yetkinin mutlaka tanınması gerekir. 

Üstelik bu krizin ortaya çıkmasında TBMM’nin önemli bir sorumluluğu bulunmaktadır. Zira AYM 2021 yılında Ömer Faruk Gergerlioğlu başvurusuna ilişkin verdiği kararda, Anayasanın 83. maddesinde yasama dokunulmazlığının istisnası konusunda 14. maddeye yapılan atfın belirsiz olduğuna ve 14. madde kapsamına giren suçların yasa ile düzenlenmesi gerektiğini belirtmiştir. AYM bu yaklaşımını Leyla Güven kararında da sürdürmüştür. Yani yasama dokunulmazlığından yararlanamayacak suçların açıkça yasayla düzenlenmesi gerekliliği hem Anayasanın 14. maddesinde açıkça düzenlenmiş, hem de Anayasa Mahkemesi tarafından iki yıldan uzun bir zaman önce karara bağlanmıştır. Buna rağmen her konuda yıldırım hızıyla kanun çıkaran TBMM ne hikmetse bu konuda kılını kıpırdatmamıştır. 

Bundan sonraki süreçte Can Atalay’ın yeniden AYM ve AİHM’e bireysel başvuru yapma hakkı bulunmaktadır. Hatta TBMM üyelerinin beşte biri (120 MV) eylemli İçtüzük değişikliği iddiasıyla AYM nezdinde iptal davası açma yolunu deneyebilirler. AYM bugüne kadar kabul etmemiş olmakla birlikte Anayasanın 85. maddesindeki özel iptal talebinde de bulunulabilir.  Ancak bu yollardan kısa sürede etkili bir sonuç alınacağını beklemek olası değildir. Bu yollardan herhangi biriyle çözüm bulunsa bile bu TBMM tarafından yapılan işlemin vahametini ortadan kaldırmamaktadır.  Anayasanın bütün devlet kurumları tarafından bu derece hoyratça ihlal edilmesi anayasanın geçerliliğini sorgulanır hale getirmiştir. Bu hukuksuzluklar rejimin keyfiliğini giderek perçinlemektedir. 

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu


Türkiye’de Yolsuzluk ve Yolsuzluk Algısı

Bu yıl Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından yayımlanan Yolsuzluk Algı Endeksi’nde Türkiye’nin sıralaması birçok az gelişmiş ülkenin ve gelişmekte olan ülkenin altına düştü. Endekste 180 ülke arasında 34 puanla 115. sıraya yerleşen Türkiye, böylece yolsuzluk algısı açısından tarihinin en düşük noktasına gerilemiş oldu. Geçtiğimiz yıl 101. sırada olan Türkiye’nin bu gerilemesi dramatik bir düşüşe işaret ediyor. Türkiye’nin yolsuzluk skorlarında özellikle son 10 yılda tedrici ve sistematik bir düşüş söz konusu. 1

Raporda ayrıca yolsuzluğun bedelini ne kadar ağır biçimde yaşadığımızı gösteren bir olay olarak 6 Şubat depremleri örnek olarak gösteriliyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Uluslararası Şeffaflık Derneği depremin yıldönümünde yayınladığı raporda hem deprem öncesinde hem de deprem sonrasında şeffaflık ilkesini ihlal eden birçok usulsüz karar ve uygulamaya işaret ediyor. 2 

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün raporunda Türkiye’nin bu kötü yolsuzluk sicili özellikle 2015 yılından itibaren yürütme organının güçlenmesi ve demokratik denetim mekanizmalarının zayıflamasıyla ilişkilendiriliyor. Ayrıca Türkiye’de yolsuzlukla mücadele için gerekli yasaların yetersiz olduğu ve mevcut yasaların etkin bir şekilde uygulanmadığı, yargının da bağımsız olmadığına dikkat çekiliyor. Raporda çözüm önerisi olarak da, esas olarak son yıllarda erozyona uğrayan kurumların ve işleyişin onarılmasını sunuyor.

Her ne kadar Uluslararası Şeffaflık Örgütü mevcut yolsuzlukları değil de yolsuzluk algısını ölçen bir endeks geliştirmiş olsa da ve bu yolsuzluk algısının gerçeği tam manasıyla yansıtmayabileceği ihtimalini göz önünde bulunduruyor olsak da, akademik çalışmalar genellikle bu ikisinin birbiriyle yakından ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu minvalde, Türkiye’de de yolsuzluk algısının artmasını, yolsuzluktaki artış olarak okuyabiliriz. Hatta algının gerçekliğin gerisinde kaldığı bile iddia edilebilir. Zira, Türkiye son yıllarda yolsuzluğun sıradanlaştığı ve cezasız kaldığı bir ülkeye dönüştü. Yolsuzluklar yargılamalarla değil de genellikle yolsuzluk şebekelerinden dışlanan kişilerin sosyal medyada sansasyon oluşturan magazinsel itiraflarıyla gündeme taşınıyor ve herhangi bir yasal soruşturma ile takibi yapılmadan konu bir süre sonra gündemden düşüyor. Bu iddialar ortasında, şüphesiz siyasi bağlantıların gücü, adı yolsuzluğa karışanlar için kurtarıcı bir rol oynayabiliyor. 

Bu durumun üstesinden gelmek için, Türkiye’nin yolsuzlukla mücadele konusunda daha şeffaf, hesap verebilir ve katılımcı bir yaklaşıma ihtiyacı vardır. Bu, yolsuzlukla mücadele yasalarının güçlendirilmesi, bu yasaların etkin bir şekilde uygulanması ve yargı bağımsızlığının sağlanması ile mümkün olacaktır. Ayrıca, yolsuzlukla ilgili şüphelerin tam ve tarafsız bir şekilde soruşturulması için güçlü ve bağımsız bir yargı sistemine ihtiyaç duyulmaktadır. 

Kamu sektöründe etik standartların yükseltilmesi ve kamu görevlilerinin ve yargı kurumlarının yolsuzlukla mücadelede daha etkin rol alması teşvik edilmelidir. Medya ve sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere, yolsuzlukla mücadelede toplumsal farkındalığın artırılması ve geniş bir katılım sağlanması gerekmektedir. Raporda da belirtildiği gibi uluslararası normlara ve standartlara uyum, özellikle Avrupa Birliği müktesebatına uyum, bu süreçte kilit öneme sahiptir.

 * Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi


Merkez Bankası’nda Yine (!) Deprem

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasında yine bir başkan [governor] değişikliği yaşandı.3 Neredeyse son 10 yıldır olduğu gibi bu değişim de sancılı bir şekilde oldu. Önce 2 Şubat günü eski Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan bir paylaşım yaptı ve “kamuoyunun malumu olduğu üzere son dönemde şahsıma yönelik büyük bir itibar suikasti kampanyası düzenlenmiştir. Bu süreçten ailem ve dahası henüz bir buçuk yaşına bile girmemiş günahsız evladımın daha fazla etkilenmemesi için, Sayın Cumhurbaşkanımızdan ilk günden beri şerefle yürüttüğüm görevimden affımı talep etmiş bulunuyorum” şeklinde bir açıklama yaptı.4 Tabii yaptığı açıklama çok daha uzun (dipnottan görebilirsiniz). Özellikle açıklamasındaki milliyetçi vurgular dikkat çekici ve birçok açıdan gereksizdi. 

Erkan’ın açıklamasında bizi ilgilendiren kısım ise “şahsıma yönelik büyük bir itibar suikasti kampanyası” ifadesi. Bunun sebebi 16 Aralık 2023 tarihinde Erkan’ın verdiği bir röportaj 5 ve arkasından gelen tepkiler. Röportaj Türkiye kamuoyunda oldukça gündem oldu ve benim de dahil olduğum birçok ekonomist tarafından eleştirildi. Eleştirilerin odak noktası röportajın merkez bankacılığında önemli bir yer tutan “iletişim” kurallarına ve teamüllerine uymamasıydı. Bilindiği gibi merkez bankaları piyasayı çoğunlukla finansal araçlarını kullanarak yönlendirirler. Bunun yanı sıra sözlü yönlendirme de merkez bankalarının elindeki en önemli güçlerden biridir. Çünkü beklentileri yönetmek ve yönlendirmek için sadece aksiyon yetmeyebilir, gösterilen aksiyonun etkisini artırmak yahut alanını genişletmek için sözlü yönlendirme mekanizması kullanılır. Öte yandan Erkan’ın verdiği bu röportaj oldukça alışılmışın dışındaydı. Bir merkez bankası başkanı tarafından değil de yatırım bankacısı tarafından verilmiş gibiydi. 

Yapılan bu eleştirileri takiben çok daha garip şeyler yaşandı. Kısaca özetlersek Hafize Gaye Erkan’ın babasının sürekli Merkez Bankasında olduğu, ona ayrı bir oda tahsis edildiği, Banka’nın günlük idari işleyişine karıştığı vb. iddialar ortaya atıldı. Şahsen bu iddiaları bir ekonomist ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak utançla izledim. Fakat iddialar iddia olarak kalmadı ve Merkez Bankası’nın bazı çalışanları bu iddiaları doğruladı. Tabii tepkiler artınca Erdoğan uygulanan “faiz politikasının” arkasında olduğuna ilişkin bir açıklama yaptı. Bu açıklama çoğu kişi tarafından “Erdoğan, Erkan’a sahip çıktı” şeklinde yorumlandı. Halbuki Erdoğan her zaman yaptığı gibi ortalığı sakinleştiriyordu ve zamanı geldiğinde artık bir “yük”e dönüşmüş olan Erkan’ı görevinden uzaklaştıracaktı.

Nitekim 3 Şubat tarihinde Erkan görevden alındı ve yerine kendisinin yardımcısı, eski New York Fed çalışanı, eski Amazon başekonomisti Fatih Karahan getirildi. Fatih Karahan, Erkan’a göre merkez bankacılığı konusunda daha yetkin bir isim. Ayrıca oldukça yetkin bir ekonomist. Fakat şunu asla unutmamak lazım: Bu ülke Erdoğan tipi başkanlık yönetimine geçtiğinden beri göreve getirilen hiçbir merkez bankası başkanı görev süresini tamamlayamadı. Nitekim 2019’den 2024’e 6 yılda Erdoğan tarafından 6 Merkez Bankası başkanı göreve getirildi ve sonra görevden alındı.  Yani her ne kadar Fatih Karahan yetkin bir ekonomist olsa da yapabilecekleri Erdoğan’ın Şimşek’in programına gösterdiği müsamaha ile sınırlı olacak. 

Türkiye’nin kurumlarının çöküşünün çok enteresan bir örneğini son TCMB başkanı değişimiyle yaşadık. Kimimizi utandıran kimimizi güldüren bu anlamsızlıkları her gün kim bilir hangi kurumlardaki hangi insanlar yaşıyor. Fakat TCMB çok göz önünde bir kurum olduğu için bu yaşananları takip edebildik. Türkiye’de kurumlar sadece bir kural dizini olarak ya da politika bilimindeki anlamıyla değil fiziken de çökmeye devam ediyor. 

 * Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi


1 https://seffaflik.org/wp-content/uploads/2024/01/2023-Yolsuzluk-Algi-Endeksi-Basin-Duyurusu-1.pdf 

2https://seffaflik.org/wp-content/uploads/2024/02/6-Subat-Deprem-Raporu-Kurumlar-Usulsuzlukler-ve-Seffaflik.pdf

3https://www.reuters.com/world/middle-east/erdogan-appointed-fatih-karahan-turkeys-central-bank-governor-official-gazette-2024-02-02/

4 https://twitter.com/hafizegayeerkan/status/1753495012183003212

5 https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/vatandasin-kemeri-zaten-siki-42376770

Önceki İçerikANAYASA MAHKEMESİNİN SONU MU?
Sonraki İçerikVergilendirmenin Modern Tarihi