Laiklik devletin örgütlenmesiyle ilgili olan siyasî bir ilkedir. Laiklik deyince çoğu kişinin aklına ilk önce ‘’din ile devletin’’ veya bizdeki ifadesiyle, ‘’din işleri ile devlet işlerinin ayrılması’’ gelir. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batı demokrasilerinde buna ‘’Kilise ile Devletin ayrılması’’ denmektedir. ABD’nin ilk başkanlarından Thomas Jefferson da din tesisini yasaklayan ABD Anayasası’nın ‘’Kilise ile Devlet arasında bir ayrılık duvarı’’ inşa ettiğini söylemiştir. Ancak, bugün ‘’laik’’ sayılan Batılı devletlerin bile birçoğunda din ile devlet arasında tam bir kurumsal ayrılık sağlanmamıştır. Nitekim İngiltere, Danimarka, Norveç ve İzlanda gibi ülkelerde devlet kilisesi vardır. 

Aslına bakılırsa, din ile devletin kurumsal ayrılığı kendi başına ne dinin devlet işlerinde etkili olmasını, ne de devletin din işlerine çeşitli şekillerde karışmasını önlemektedir. Esasen, günümüzde resmen laik olan devletlerde bile din ile devlet değişik derecelerde iç içe geçmiştir. En başta, dine devlet desteği birçok ülkede çeşitli biçimlerde sürdürülmektedir. Özellikle demokratik devletlerde, kurumsal ayrılık var olsa bile din de şu veya bu şekilde devleti etkileyebilmektedir.

Ancak, ‘’Kilise ile Devletin ayrılığı’’ formülü siyasî-dinî geleneğinde Kilise benzeri özerk dinsel örgütlenmenin var olmadığı -genellikle Müslüman- toplumlara pek uygun düşmemektedir.  Esasen bunların çoğunda ya din ile devletin ayrılması gibi bir endişe yoktur, ya da din doğrudan doğruya baştaki otoriter yönetimi meşrulaştırmak için kullanılmaktadır.  Bu ülkelerde devletten ‘’ayrı’’ tutulacak kurumsal dinin eksikliğini bir ölçüde telâfi edecek, gönüllü dinî ve hayırsever örgütlerin önemli bir unsurunu oluşturduğu güçlü bir ‘’sivil toplum’’un da var olmaması, kimi zaman devletin veya siyasîlerin dini siyasî amaçlarla kullanmalarına yol açmış, kimi zaman da dinî grupların siyasî partiler aracılığıyla devlete nüfuz etmesini kolaylaştırmıştır.

Bu son iki durumun örneklerine, iyi-kötü demokratikleşmiş olmasının da yardımıyla, aynı gelenek içinde yer alan Türkiye’de de rastlamaktayız. Türkiye’de devlet Sünnî İslamı kendi sorgulanamazlığını pekiştirmek ve bazı politika tercihlerini yurttaşlar nezdinde meşrulaştırmak için kullanmaktadır. Türkiye’nin dini devlet içinde örgütleyen kendine özgü din-devlet ilişkileri (Diyanet İşleri Başkanlığı) modeli de, devletin dinî hayatı önemli ölçüde kontrol etmesini sağlamasının yanında, söz konusu meşrulaştırıcı etkiyi de artırmaktadır. Şu var ki, devletin dini kontrol altında tutması erken Cumhuriyet döneminin otoriter yönetimi altında kolay olduysa da, daha sonra gelen kısmî demokratikleşme bu ilişkiye dinden devlete doğru giden yeni bir boyut ekledi. Bu da dini ve Diyaneti kendileri için öngörülmüş olan sınırlar içinde tutmayı zorlaştırdı.

Kanaatimce, ister Türkiye’nin kendi modeli ister genel olarak olsun, laiklik meselesine bu kurumsal bakış onun özünü tam olarak yakalayamamaktadır.  Kurumsal bakışın eksikliğinin önemli bir göstergesi, devlet kiliselerine sahip olan laik liberal-demokratik devletlerin var olmasıdır. İngiltere, Danimarka ve Norveç gibi devletlerin ‘’kurumsal ayrılık’’ modelinden saptıkları halde laik olmadıkları elbette söylenemez. Onun için, laikliğin özünü kurumsal ayrılıktan çok ilkesel bir moral yaklaşımda aramak gerekir. Bu bakış açısından laiklik, yurttaşlarının vicdan özgürlüğünü garanti etmesi şartıyla, devletin dinler ve dinî yorumlar karşısında tarafsız olması anlamına gelir. Tarafsızlık, yasaların ve kamu politikalarının dinle -veya münhasıran dinle- temellendirilmemesi gereğini de içerir. Fakat bunun için, her şeyden önce, dinle ilgili sorunların devletin yetki alanından çıkarılması gerekir.

Bu anlamda laiklik liberal tarafsızlık ilkesiyle uyumludur, hatta doğrudan doğruya onun bir gereğidir. Liberal laikliğin arkasında, dinî ve ahlâkî sorunlarla ilgili konuların siyasî değil vicdanî nitelikte sorunlar oldukları kabulü yatmaktadır. Özgür ve medenî bir toplumda bu gibi vicdanî meselelerle ilgili kararlar herkes adına kamu gücü tarafından alınamaz, kamu otoritesi bu meselelere karışamaz. Bu sorunlarla ilgili kararların bireysel tercihlere bırakılması ahlâkî bir zorunluluktur. Siyasî bir ilke olarak laiklik bu yönüyle hem bireysel özgürlüğü, hem de toplumsal barışı garanti etmeye yardım eder.

Bu yazının başında laikliğin siyasî bir ilke olduğunu belirttim. Bunu özel olarak vurgulamamın nedeni, laiklikle ‘’sekülerizm’’i birbirinden ayırmak istememdir. Gerçi, sekülerizm (secularism) İngilizce literatürde laiklik anlamında da kullanılmaktadır ama sekülerleşmenin kendisi esas olarak siyasî değil sosyolojik bir kavramdır. Sosyolojik anlamda sekülerleşme (veya dünyevileşme) dinin toplum hayatındaki rol ve öneminin azalması demektir. Yani, dünyevileşmeyle birlikte, din hem toplumsal rollerin ve kurumların işleyişini, hem de bireylerin kanaat ve eylemlerini daha az etkilemeye başlar. Ancak bu, zorunlu olarak dinin gerilemesi anlamına gelmeyebilir. Nitekim, kamu hayatında din ve dinî kurumlar gerilediği halde, dine nominal bağlanma ve dinî ritüellerin icrası azalsa da, inanç ve ibadette katı dindarlık varlığını koruyabilir.

İlgili literatürde sekülerleşme esas olarak modernleşmenin bir sonucu olarak görülür; buna göre, modernleşmenin ilerlemesi beraberinde dinden uzaklaşmayı getirecektir. Bu yaklaşım modernleşme süreçlerinin dinin toplumsal hayattaki yerini zayıflatacağını ve insanların hayatında dinî ilgi ve önceliklerin yerini dünyevi olanların alacağını öngörmüştür. Bu değişime yol açacağı varsayılan modernleşme süreçleri ise esas olarak toplumsal yapıdaki farklılaşma ve çeşitlenme (geleneksel olarak büyük ölçüde dinî kurumlarca yerine getirilen başta refah ve sağlıkla ilgili görevlerin yerini devletçe yürütülen kamu hizmetlerinin alması), hayatın yerel ve cemaatler düzeyinde olmaktan çok genel toplum ölçeğinde şekillenmesi ve doğaüstü güçlere olan inancı zayıflamasına yol açan rasyonelleşmeden oluşmaktadır.

Şimdi, laikliği sekülerizm veya sekülerleşme olarak anlayıp uygulamanın en büyük sakıncası, bunun laiklik için toplumun dinden uzaklaşmasının (sekülerleşmesinin) zorunlu olduğunu varsaymasıdır. Hatta bu görüş taraftarlarına göre, devletin toplumu sekülerleştirme gibi bir görevi vardır ve dinle ilgili her iddia veya talep otomatik olarak laiklikle çatışır. Ülkemizde bu görüşün kimi siyasî partilerde ve aydınlar arasında epeyce bir taraftarı var olduğu gibi, yakın zamanlara kadar Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul edilen bir görüştü bu. Ancak, bu görüşün çoğulcu ve özgür-demokratik toplum anlayışıyla bağdaşmadığı açıktır.

Dinsel dilin kamusal söylem üzerindeki halihazırdaki hâkimiyetinin geçici bir durum olacağını varsayarsak, özgürlükçü-demokratik perspektif açısından Türkiye’de din-devlet ilişkilerinde ortaya çıkan iki büyük sorundan biri devletin dini bir kamu hizmeti olarak kendi içinde örgütlemiş olması ise, bir diğeri de toplumun sekülerleşmesini laikliğin bir gereği olarak gören anlayışın kamu otoritelerini etkileme ihtimalinin halâ varlığını korumasıdır.

(Politikyol, 21 Haziran 2023)

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayı 39
Sonraki İçerikHUKUK TANIMAZLIK ve MEDENİYETSİZLİK
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)