Giriş

2015 senesinden beri Türkiye’de Basın Özgürlüğü raporu düzenli olarak yayınlanıyor. Bunun tek istisnası, 2016 senesinde yaşandı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Olağanüstü Hal ilan edilmiş ve kamusal alan akademik ve entelektüel tartışmalar için tehlikeli bir hal almıştı. Ancak, raporun yazarları yine de topladıkları verilerin heba olmasını istemediler ve Index on Censorship dergisi ile irtibata geçtiler. 2016 yılı Basın Özgürlüğü Raporu’nun özeti niteliğinde bir makaleyi bu dergiye gönderdiler ve yayınlatmayı başardılar. Aradan geçen 8 sene içinde Türkiye’de basın özgürlüğüne dair paradigmamızı muhafaza etme eğilimimiz olmadı. Aksine, ortaya çıkan yeni olguları gözlemlemeye ve bunları derinlemesine araştırmaya çalıştık. 2015 senesinde yazdığımız ilk rapor, otokratik bir hükümetin elinde medyanın nasıl can verdiğini verilerle gösteriyordu. Bunu yaparken, Hayek’in iktisadi bağımlılık ile siyasi özgürlükler arasında kurduğu ilişkiye dikkat ettik ve kamu kaynaklarının bağımlı bir medya yaratmadaki rolü üzerinde durduk. Diğer bir ifadeyle; yasal ve keyfi uygulamaların yanı sıra medya üzerinde yükselen hükümet gölgesinin, aslında iktisadi bağımlılık ile desteklendiğini iddia ettik. Bunu söylemekte haklıydık çünkü kamu ile ilişkili şirketlerin reklam politikaları ve Basın İlan Kurumu paylarının keyfi dağılımı hükümet yanlısı medyanın olabildiğince desteklendiği bir sisteme işaret ediyordu. Bu durum ise, iktidar yanlısı medyanın güçlenmesine, ticari medyanın ise adil olmayan koşullarda yarışmasına sebep oluyordu. Raporun ilk yazıldığı sene, muhalefetin ise oldukça güçsüz ve düşük bütçeli yayınlar yapan bir medya gücü vardı. Cumhuriyet Halk Partisi ile yakın ilişkileri olan Halk TV; kendisini finanse etmek için uzun reklam araları veriyor, izleyicilere doğrudan satış yöntemi ile Atatürk logolu çay bardağı, anahtarlık ve bazı kitaplar satmaya çalışıyordu.

15 Temmuz’dan sonra; bünyesinde Hürriyet, Posta, Kanal D ve CNN Türk gibi çok satan çok izlenen ve etki gücü yüksek gazete ve kanalları bulunduran Doğan Medya’nın kamu bankalarından sağlanan krediyle hükümet yanlısı Demirören grubuna geçmesiyle birlikte medyada tartışmasız bir hükümet egemenliği dönemi başladı. Bu durum aslında siyasi kompozisyon ile alakalıydı çünkü 15 Temmuz ile başlayan Olağanüstü Hal dönemi, AKP’nin siyasi hegemonyasını kurduğu ve muhalefete çok az hareket alanı tanıdığı bir süreçti. Yani medyadaki görüntü aslında siyasetin kusursuz bir yansımasıydı. 2017 yılında başkanlık referandumu ile idari sistem değişti ve 2018 senesinde yapılan başkanlık seçimlerini ise Recep Tayyip Erdoğan kazandı. Demokrasi açısından oldukça karanlık ve depresif bir dönem başlamıştı. Muhaliflerdeki ümitsiz ruh halini tersine çeviren gelişme ise hiç kimsenin beklemediği İstanbul seçim galibiyeti oldu. 25 senenin ardından İstanbul Belediyesi, Erdoğan’ın hakimiyetinden çıktı ve ilk başlarda kimsenin şans vermediği Ekrem İmamoğlu belediye başkanı seçildi. Bunlarla birlikte, 11 büyükşehir belediyesi muhalefetin eline geçti. Belediye başkanları, kağıt üstünde CHP logosu ile seçime girseler de, bu başarıda 2017 yılında kurulan İYİ Parti’nin aktif desteğinin ve Halkların Demokratik Partisi’nin kritik illerde aday çıkarmama kararının etkili olduğunu söylemek gerekir. 

Bu tarihten itibaren işler Erdoğan için iyi gitmemeye başladı. Önce pandemi süreci, ardından yanlış ekonomi politikasının piyasaları istikrarsızlaştırması ve enflasyonu patlatması ve en sonunda da 2023 yılının Şubat ayında yaşanan deprem felaketi iktidarın değişme ihtimalini iyice arttırdı. Siyasetin dengelenmesi elbette medyaya da yansıdı ve 2019 senesinde yapılan yerel seçimlerden sonra muhalefet medyaya yatırım yapmaya başladı. Bununla birlikte; 2022 senesinin Şubat ayında kurulan ve bütün muhalefeti bir araya getirmeyi amaçlayan Altılı Masa ile birlikte, masaya oturan bütün gruplar kendi medyalarını ortak bir amaç için seferber etmeye başladılar. Böylece; 2023 başkanlık ve parlamento seçimleri öncesi muhalefet, o zamana kadar sahip olmadığı kadar etkili bir medya gücüne erişti. 

Ne var ki; gerek muhalefetin başkan adayını belirleme sürecinde gerekse kampanya döneminde muhalefet medyasının ülkedeki kutuplaşma atmosferini derinleştirdiği, mali bağımsızlığını yitirdiği ve CHP Genel Merkezi ile bağımlı, bağlantılı bir şekilde ilerlediği gözlemlendi. Aslında, son iki senedir, bu olgudan raporlarımızda bahsetmiş ve gidişatın hayırlı olmadığını iddia etmiştik. Bu konu, seçimlerin kaybedilmesiyle birlikte tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla, bu senenin raporunda, basın özgürlüğüne saygı duymayan ve ticari medyayı aşama aşama tekelleştiren, siyasi bir aparata dönüştüren AKP örneği kadar benzer bir patikayı takip eden CHP’ye ve CHP’nin kontrol ettiği yerel iktidarlara, yani belediyelere de odaklanacağız. Gelinen noktada, Türkiye’de basın özgürlüğünün altını oyan Erdoğan mı yoksa kutuplaşmanın kendisi mi sorusu anlamlı bir sorudur. 

Elbette ki, siyasi iktidarı elinde bulundurduğu için yasal kısıtlamaların müsebbibi Erdoğan hükümetidir. Cezai yaptırıma maruz kalan gazetecilerden, yayın yasaklarından, içeriklere yapılan müdahalelerden Erdoğan hükümeti sorumludur. Ancak yaklaşık 8 senedir, basın özgürlüğünü sadece yasal çerçeve üzerinden değerlendirmiyoruz. Buna ek olarak, iktisadi bağımlılık da bizim için otoriterliği perçinleyen bir durum. İktisadi bağımlılık konusunu hem iktidar hem muhalefet açısından ele alacağız. Son olarak da medyadaki kutuplaştırıcı dilin insanların fikirlerini ifade etmeleri önündeki temel engellerden birisi olduğunu iddia edeceğiz. 

Prof. Dr. Burak Bilgehan Özpek

Raporun tamamını aşağıdan indirebilirsiniz.


Önceki İçerikİklim Değişikliği ile Mücadelede Korumacılığa Karşı Dikkatli Olun
Sonraki İçerikKarbon Vergisi ve Karbonsuzlaştırma Teknolojileri