Editörden,

Geçen Mayıs’ta yapılan genel seçimler, umulanın aksine, maalesef Türkiye’nin siyasî sağlığını iyileştirecek yeni bir dönemin başlangıcı olmadı. O tarihten beri işlerin kısa ve hatta orta vadede düzeleceğine; ülkenin özgürlük, adalet ve refah yoluna gireceğine dair hemen hemen hiçbir olumlu gelişme yaşanmadı. AKP-MHP iktidarı çoktandır ülkeyi içine sürüklediği çıkmazdan çıkarmayı gerçekten istiyor olsa bile bunu başarabilecek gibi görünmüyor.  Krizi derinleştirmekten veya çıkarılan yeni krizlere arka çıkmaktan başka dişe dokunur bir iş yaptıkları yok. Bu arada, ekonomik ve malî yönetimin başına yeni isimlerin getirilmesinin de bu alanda bir iyileşme süreci başlattığı söylenemez.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Adalet Bakanı’nın Yargıtay’ın çıkardığı krizde sergiledikleri tutum hükûmetin bu krizin arkasında olduğunu, açıkçası, yapmayı tasarladığı Anayasa değişikliğini kamuoyu nezdinde meşrulaştırmak için kriz çıkarılmasını teşvik ettiğini düşündürmektedir. Zaten epey bir zamandır Anayasa Mahkemesini hedef tahtasına koymuş olan MHP başbuğu da bu krizi vesile edinerek AKP’nin niyetini destekleyen bir açıklama yaptı. Öyle görünüyor ki, Erdoğan-Bahçeli ikilisi, eğer kafalarındaki Anayasa değişikliğini gerçekleştirmeyi bir şekilde başarabilirlerse, başta ‘’bireysel başvuru’’yla ilgili olanı olmak üzere Anayasa Mahkemesinin yetkilerini bir hayli kısıtlayacaklardır. Dahası, bu yetkiyi Yargıtay’a vermeyi bile düşünüyor olabilirler. Bu arada, önümüzdeki bahar aylarında Başkan Zühtü Arslan ile genellikle onunla birlikte hareket eden birkaç üyesinin görev sürelerinin dolmasıyla, Anayasa Mahkemesi’ndeki denge tam olarak iktidardan yana değişmiş olacaktır. Bu, Anayasa Mahkemesi’nin fiilen işlevsizleşmesi anlamına gelecektir. 

Siyasî iktidar özgürlük, adalet ve hak-hukuk tanımama konusundaki pervasızlığını medya alanında da sergilemeye devam etmektedir. Hatırlanacağı gibi, AKP-MHP koalisyonu bir süre evvel sözde kamunun ‘’dezenformasyon’’ yoluyla yanıltılmasını önlemek için yasal bir düzenleme yapmıştı. Muhalefetin bu yasaya karşı açtığı iptal davası da Anayasa Mahkemesi tarafından maalesef reddedildi.  Mahkemenin bu kararı, maalesef, hükûmetin muhalif medyayı RTÜK ve yargı aracılığıyla sindirme stratejisini daha kararlı bir şekilde uygulamasına yol açacaktır. Gazeteciler Barış Pehlivan ve Tolga Şardan’ın hükümetin hoşuna gitmeyen haber-yorumları nedeniyle önce tutuklanıp sonra serbest bırakılmaları ve RTÜK’ün kimi muhalif kanallara yüklü miktarda cezalar kesmesi bu gelişmenin ilk işaretleridir.     

Bütün bunlar olurken muhalefet cephesinde de maalesef pek bir ümit işareti görünmüyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nde son Kurultay’da Özgür Özel’in genel başkanlığa seçilmesiyle yönetimin değişmesi Parti’de yeni bir heyecan yaratmış görünüyorsa da, Özel ve ekibinin partiyi bulunduğu noktadan daha yukarı çıkarıp çıkaramayacağı şimdilik belirsizdir. Genel Başkan Özel’in siyaset sahnesinde öne çıkmak ve kamu oyunda CHP’nin artık inisiyatif alabilen, dinamik bir ekip tarafından yönetildiği izlenimi oluşturma girişimi de pek başarılı olmuş gibi görünmüyor. 

Bu arada, Özgür Özel’in Ekrem İmamoğlu’nun ‘’emanetçisi’’ olduğu veya onun vesayeti altında bulunduğu yolunda bazı söylentilerin etrafta dolaşması da CHP’nin muhtemel seçmenleri nezdinde bir kafa karışıklığına yol açabilir. Öte yandan, eski genel başkan Kılıçdaroğlu’nun başlatmış olduğu Partinin geçmiş hatalarının mağdurlarıyla ‘’helâlleşme’’ ve bu yolla parti tabanını genişletme stratejisinin yeni yönetim tarafından sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda da en azından bir belirsizlik vardır. Hatta, yeni genel başkanın CHP’nin mirasında ‘’Altı Ok’’u öne çıkaran bir dil kullanmasındaki anakronizm Özgür Özel’in Partinin yeni döneminde Kılıçdaroğlu’nun stratejisini izlemeyeceğinin bir işareti olabilir. 

Öte yandan muhalefetteki ikinci büyük parti olan İyi Parti’de de işler pek iyi gitmemekte, Partide son haftalarda adeta bir ‘’yaprak dökümü’’ yaşanmaktadır.  Eski Merkez Bankası Başkanı Yılmaz başta olmak üzere Partinin kamuoyunda tanınan-bilinen isimleri bir bir partiden ayrılmaktadır. Meral Akşener’in Partiyi daha ne kadar bir arada tutabileceği belirsizdir.  Akşener’in tam da bu nedenle siyasî bir başarıya ihtiyacı varken önümüzdeki yerel seçimlerde CHP ile ittifak konusunda isteksiz görünmesini anlamak zordur. Oysa, yerel seçimlere doğru giderken muhalefet bu dağınık görünümden kurtularak en azından büyük şehirlerde seçim ittifakı yapamazlarsa, İstanbul ve Ankara’nın yeniden iktidarın kontrolüne geçmesi ihtimal dahilindedir ki bu durum hem CHP’nin hem de İyi Parti’nin gelecek beklentilerini zora sokar. 

Bu arada, yukarıda işaret edildiği gibi, Erdoğan-Bahçeli bloğu siyasî statükoyu muhafaza etmeyi amaçlayan Anayasa değişikliği hedefinden vazgeçmiş değil. Aslında, Yargıtay’ın tetiklediği son Anayasa krizi tam da bu amaçla sahnelenmiş görünüyor.  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen Cumartesi günü yaptığı bir açıklama da ikilinin anayasa değişikliği stratejisinin arka planına dair önemli ipuçları içermektedir. Erdoğan şöyle diyor: ‘'[Cumhurbaşkanı seçiminde] 50+1 şartının değişmesi (…) isabetli olur. Çoğunluğu alan adayın seçilmesi usulüne geçilmesi halinde cumhurbaşkanı seçimi de seri olur, uğraştırmaz ve yanlış yollara da sevk etmez. (…) Oy sayısı itibarıyla ‘En fazla oyu alan aday seçilir’ dendiği zaman seçim hızlıca tamamlanır.” Dikkat edilirse, Erdoğan ”salt çoğunluğu alan aday” derken mutlak (salt) çoğunluğu değil, nispî çoğunluğu, yani kazanmak için diğer aday veya adaylardan daha fazla oy almayı kastediyor.

Bu duruma göre AKP-MHP koalisyonunun anayasa değişikliği paketinin içeriğinin ne olacağı üç aşağı beş yukarı belli olmuştur: (1) Cumhurbaşkanı seçiminde nispî çoğunluk şartının getirilmesi, (2) Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yetkisinin bu yolu işlevsizleştirecek şekilde budanması ve/veya hatta bu yetkinin Anayasa Mahkemesi’nden alınarak Yargıtay’a verilmesi, (3) Daha önce gerçekleştirilemeyen projenin bu sefer tamamlanması, yani kadınlar için başörtüsünün ve muhafazakâr aile anlayışının anayasallaştırılması.

Bu arada, ”erken” veya zamanında yapılacak bir sonraki Cumhurbaşkanı seçimi yaklaştığında, ”cumhurbaşkanının anayasal statüsü değişmiştir, onun için bu seçim Erdoğan için ilk seçim sayılır” şeklindeki fevkalâde ”bilimsel” teze kamuoyunu hazırlama çalışmalarının başlatılmasının da çok muhtemel olduğunu kayda geçirmekte yarar var. Mamafih bunun yerine, Anayasa’ya aynı sonucu sağlayacak geçici bir hüküm koyma yoluna da gidebilirler.

Bir sonraki Özgürlük Gündemi’nde buluşmak üzere

* Mustafa Erdoğan

Hukuk Devleti’nin Krizi

Türkiye, Cumhuriyetin 100. Yılını kutladığı bugünlerde tarihinin en önemli yargı krizini yaşıyor. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasanın emredici hükmüne rağmen açıkça Anayasa Mahkemesi kararına uymayacağını ilan etti. Bununla da yetinmeyerek Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında garip bir suç duyurusunda bulundu. Daire hızını alamayıp TBMM’yi de görevini yapmamakla suçlayıp Milletvekili Can Atalay hakkındaki ceza hükmünü genel kurulda okuyarak Atalay’ın milletvekilliğini düşürmeye davet etti. 

Bu kriz, Gezi Davası olarak bilinen davanın başından beri süren hukuksuzluklar silsilesinin son perdesi olarak ortaya çıktı. Söz konusu dava kapsamında iş insanı Osman Kavala’nın 2017 yılında tutuklanmasından bu yana yaşanan her yeni hukuk skandalı bir öncekini unutturacak cesamette gerçekleşiyor. Kavala’nın tutuklanmasına ilişkin AİHM kararının uygulanmaması ile ilgili olarak Avrupa Konseyi, Türkiye’ye yaptırım uygulama aşamasına gelmişken, AİHM’in tutuklama için yeterli delil yok dediği ve tutuklamanın siyasî amaç güttüğünü tespit ettiği davada önce yerel mahkeme bütün sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Ancak bu kararı veren yargıçlar açığa alındı ve haklarında soruşturma başlatıldı. 

Ardından bu karar istinaf tarafından bozuldu ve yerel mahkeme bu sefer 25 Nisan 2022 tarihinde Kavala hakkında ağırlaştırılmış müebbet, aralarında avukat Can Atalay’ın da bulunduğu diğer yedi sanık hakkında ise 18’er yıl hapis cezasına hükmetti. Bu cezalar önce istinaf tarafından onandı, son olarak da Yargıtay 3. Ceza Dairesi Kavala ve Atalay’ın yanı sıra diğer üç sanığın cezasını onarken üç sanık hakkında verilen cezaları ise bozdu. Dosya Yargıtay aşamasındayken Can Atalay’ın milletvekili seçilmesiyle ilgili süreci Bültenin bir önceki sayısında ayrıntılı olarak işlemiştik. Özetlemek gerekirse, Atalay’ın milletvekili seçilmesiyle dokunulmazlık kazandığı için yargılamanın durdurulması ve tahliyesine karar verilmesi talebin reddedilmesi üzerine yapılan bireysel başvuruda Anayasa Mahkemesi önceki içtihadına dayanarak hak ihlâline karar verdi. İhlâlin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için de kararın bir örneğini yerel mahkeme olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi. 

Bunun üzerine 13. Ağır Ceza Mahkemesi yeniden yargılamaya başlayarak Atalay’ı tahliye etmek ve yargılamayı durdurmaya karar vermek yerine, AYM’nin ihlâl kararının Yargıtay 3. Ceza Dairesinin tahliyenin reddi kararı ile ilgili olduğu gerekçesiyle, dosyayı Yargıtay’a gönderdi. Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise AYM’nin verdiği ihlâl kararını tanımayarak, karara uymamaya karar verdi. Ayrıca ihlalin var olduğu yönünde karar veren AYM üyeleri hakkında anayasal yetkilerini aştıkları gerekçesiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Son olarak, TBMM’nin Atalay’ın milletvekilliğini düşürmesi gerektiği tespitiyle kararını TBMM’ye gönderdi.

Bu kararın pek çok bakımdan açıkça Anayasaya aykırı olduğunda kuşku yok. Dolayısıyla ortada hukukun farklı mahkemeler tarafından farklı şekilde yorumlanmasından ortaya çıkmış bir hukuki ihtilaf söz konusu değil. Aksine, Anayasanın 148, 153 ve 158. maddelerinin açıkça yok sayılması durumu var. Anayasanın 148. maddesi Anayasa Mahkemesine kesinleşmiş yargı kararlarına karşı yapılacak bireysel başvuruları inceleme yetkisi tanıyor. 153. madde, AYM kararlarının yargı organları için de bağlayıcı olduğunu düzenliyor. 158. madde ise diğer mahkemelerle AYM arasındaki görev uyuşmazlıklarında AYM kararının esas alınacağını düzenliyor. Dolayısıyla Yargıtay’ın AYM’nin anayasal yetkilerini aştığı yönündeki iddiasının hiçbir anayasal dayanağı yok ve Yargıtay açıkça Anayasaya uymayı reddediyor. 

Ancak bu krizin salt bir yargı krizi değil, planlı bir siyasî kriz olduğu anlaşılıyor. Krizin siyasî aktörlerinin nihaî hedefi konusunda rivayet muhtelif olsa da açık olan husus, bu krizin bir anayasa değişikliği için fırsat olarak değerlendirileceği. İktidarın anayasa değişikliği konusundaki temel ihtiyacının mevcut Cumhurbaşkanının yeniden seçilmesine olanak tanımak ve mümkünse seçim için salt çoğunluk koşulunu ortadan kaldırmak olduğu biliniyor. Bu talebinin kabulü karşılığında AYM’nin yetkilerinin kısıtlanmasına razı olması da mümkün. İktidarın küçük ortağı temel taleplerinin AYM’nin tamamen ortadan kaldırılması ya da yeniden yapılandırılması olduğunu TBMM kürsüsünde tekrarladı. Adalet Bakanı da AYM’nin yetkilerini kısıtlayan Anayasal veya yasal değişiklikler yapılabileceğini açıkladı. Böyle bir değişikliğin birey haklarını tamamen korumasız bırakmak suretiyle, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkması ya da çıkarılması sonucu doğuracağını öngörmek zor değil.
Arkasında yattığı iddia edilen siyasî gruplar veya cemaatler arasındaki çekişme iddiaları ve yargıya ilişkin ortaya çıkan yolsuzluk ve yozlaşma söylentileri ile birlikte değerlendirildiğinde, bu görünürdeki yargı krizi yargı bağımsızlığının tamamen ortadan kalktığını ve yargının hukuku ve Anayasayı değil de siyasî iradeyi takip ettiğini göstermesi bakımından derin bir hukuk devleti krizine işaret ediyor.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Özgür Özel CHP’nin Yeni Genel Başkanı Oldu

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 38. Olağan Kurultay’ında Kemal Kılıçdaroğlu ve Özgür Özel arasında geçen genel başkanlık yarışını Özgür Özel kazandı ve genel başkan seçildi. Kurultayda hiçbir aday ilk turda salt çoğunluk olan 684 oyu alamadı. Bu nedenle yapılan ikinci turda, Özel ilk turda almış olduğu 682 oyu 812’ye çıkardı. 

Bu iki tur arasında ilginç bir olay yaşandı. Kılıçdaroğlu ilk turdan sonra yarıştan çekilmeyi ve platforma çıkıp Özel’in elini kaldırmayı düşünüyordu. Ancak o esnada sosyal medyaya düşen bir videoda İmambakır Ülküş’ün Kılıçdaroğlu’na yüksek sesle “Çekilmene izin vermiyoruz. Sonuna kadar mücadele edelim, yenilirsek de onurumuzla yenilelim” dediği duyuldu. Kurultayı takip eden birçok kişi buna büyük bir tepki gösterdi. Daha sonra, Kılıçdaroğlu’nun kendi çevresindeki CHP yöneticilerinin değil de Malatya’dan gelen bir muhtarın “Ben senin çekilmeni istemiyorum izin vermiyorum. Eğer çekilirsen çoluk çocuğumun hakkını sana helal etmiyorum” sözleri üzerine Kılıçdaroğlu çekilmediğini açıkladı. 

Birçok kişi seçim sonrasında özeleştiri yapmayan ve yenilginin sorumluluğunu üstlenip siyasî gereklerini yerine getirmeyen Kılıçdaroğlu’nun bu tutumu etrafında kenetlenen parti elitleri tarafından dayatıldığı şeklinde yorumladı. Bu olayın aslı ne olursa olsun, Kılıçdaroğlu’nun Mayıs ayından beri sergilediği tutum siyasî parti liderlerinin genel başkanlık koltuğuyla kurduğu tutkulu ilişkiyi bir kez daha teyit etmiş oldu.

Özgür Özel’in CHP genel başkanlığına seçilmesini demokrasi açısından önemli bir gelişme olarak yorumlamak gerekiyor. Zira daha önceki ve Mayıs ayındaki seçimlerdeki ağır yenilgisine rağmen Kılıçdaroğlu genel başkanlığı bırakmak istemiyordu. CHP içinde İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’nun başlattığı “değişimciler” kanadında yer alan Özel’in genel başkanlığı kazanması ve bunu rekabetçi bir seçimle kazanması, hem parti içi demokrasi hem de Türk demokrasisi için önemli bir gelişme.

CHP’deki değişimin muhalefetin toparlanması için zorunlu olsa da yeterli olmadığını da söylemek gerekir. Özel’in seçilmesi muhalefetin toparlanması ve genişleyen bir siyasi vizyon geliştirmesi için elzem olan değişimin sadece bir başlangıcı olabilir. Bu bakımdan, Mart 2024’te gerçekleşecek olan yerel seçimler aciliyeti olan ve birçok belirsizliğe gebe bir durum arz ediyor. CHP’deki yeni yönetimin diğer partilerle nasıl bir ilişki kuracağını, yerel seçimlerde hangi ittifak ve aday gösterme modelini teşvik edeceğini henüz bilmiyoruz. Ayrıca, bu yeni dönemin, özellikle politikadan uzaklaşmış seçmenlerin ilgisini çekip çekemeyeceği ve muhalefetin daha geniş bir kitleyle nasıl bir bağ kuracağı, yerel seçim başarısını belirleyen önemli faktörler olacaktır.
Özetle, Özgür Özel’in genel başkan seçilmesi, CHP’nin yenilenmesi ve Türk siyasetindeki muhalefetin canlandırılması için bir fırsat olarak görülebilir. Ancak, bu değişimin etkisi ve sürekliliği, önümüzdeki aylarda ve yıllarda partinin nasıl bir yol haritası izleyeceğine ve nasıl politikalar geliştireceğine bağlı olacaktır. Bu nedenle, Özel ve yeni ekibinin atacağı adımlar hem partinin geleceği hem de Türkiye demokratikleşme çabası için belirleyici olacaktır.

 * Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Kentsel Dönüşüm Yasası Değişiklikleri Mülkiyet Haklarını Tehdit Etmektedir

7 Kasım 2023 tarihinde kabul edilen 7471 sayılı torba Kanun ile diğer bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin yanı sıra Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunda bazı önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerin kentsel dönüşümü bir rant oluşturma mekanizmasına dönüştürme ve özel mülkiyet haklarına keyfi olarak müdahale edilmesine imkân tanıma riski bulunmaktadır. 

Öncelikle bu kanunla 6306 sayılı Kanunda yer alan “rezerv yapı alanı” tanımından “yeni yerleşim alanı olarak” ibaresi çıkarılarak tanım değiştirilmiş ve mevcut yerleşim yerlerinin de rezerv yapı alanı olarak belirlenmesine imkân tanınmıştır. Bunun sonucu olarak şehirlerin içindeki rantı yüksek yerlerin rezerv yapı alanı olarak ilan edilerek özel mülkiyette bulunan konut ve işyerlerinin deprem riski bulunmasa bile kamulaştırılmasının yolu açılmıştır. Rezerv yapı alanı, kanun kapsamındaki uygulamalarda yani kentsel dönüşüm uygulamalarında kullanılacak alanları ifade etmektedir. Bu alanların konut ve/veya ticaret alanı olarak belirlenmesi ve yapılaşmaya açılması mümkündür. Ancak yasada hangi alanların, hangi ölçütlere göre rezerv yapı alanı olarak belirleneceği konusunda hiçbir ölçüt yer almamaktadır. TOKİ veya belediyeler ya da il özel idarelerince talep edilen yerler ya da resen belirlenen alanlar Kentsel Dönüşüm Başkanlığınca rezerv yapı alanı olarak belirlenebilecektir. 

Hiçbir ölçüt belirlemeksizin idareye istediği yeri kentsel dönüşüm için rezerv yapı alanı olarak belirleme yetkisi tanıyan bu düzenlemenin özel mülkiyet haklarını tehdit ettiği açıktır. Yasada herhangi bir ölçüt yer almaması, rezerv yapı alanı ilânı işlemine karşı açılacak davalarda yargısal denetimi de işlevsiz hale getirmektedir. İdareye sınırsız bir takdir yetkisi tanınması, yapılacak yargısal denetimin kapsamını da oldukça daraltmıştır. Bugüne kadar yapılan kentsel dönüşüm uygulamalarının en yüksek deprem riski altında olan ve en çok riskli yapı barındıran yerlerden ziyade rantı yüksek yerlerde uygulanmış olması da bu endişeleri haklı çıkarmaktadır. 

Diğer taraftan yasa kapsamında kentsel dönüşüm uygulama alanında bulunan veya Kentsel Dönüşüm Başkanlığınca kullanılmasına karar verilen tespit dışı alanların hazine adına tescil edildikten sonra Başkanlığa devredileceği veya Başkanlığın talebi üzerine TOKİ’ye ve İdareye bedelsiz olarak devredilebileceği öngörülmüştür. Bu, kamuya ait alanların özellikle de rantı yüksek yerlerde bulunan askerî alanların bu şekilde kentsel dönüşüm adı altında ranta dönüştürülmesine olanak tanınması anlamına gelmektedir. Yasada bu işlemlerin her birinin kamu yararı gereklerine uygun olarak toplumsal faydayı sağlayacak şekilde yapılmasını güvence altına alacak ne objektif ölçütler ne de kurumsal güvenceler yer almıştır. Her alanda olduğu gibi bu konuda da idareye sınırsız bir takdir yetkisi tanınmış bulunmaktadır. 

Gerçek ve tüzel kişilerin kendi mülkiyetindeki alanların rezerv yapı alanına dönüştürülmesini talep edebilmeleri için söz konusu taşınmazların yapılaşmaya esas arsa metrekaresinin yüzde otuzunun mülkiyetinin devrine muvafakat etmeleri veya aynı miktarın değerinin dönüşüm projeleri özel hesabına gelir olarak kaydedilmek üzere Başkanlığa vermeleri şartı öngörülmüştür. Burada öngörülen yapılaşmaya esas arsa alanının yüzde otuzunu idareye terk etme koşulunun kişilerin özel mülkiyetindeki alanların rezerv yapı alanı olarak tespit edilmesini caydırıcı nitelikte yüksek bir miktar olduğu görülmektedir. Daha makul bir oran kişiler için de teşvik edici olabilir. 
Ayrıca yasada riskli yapı tespiti işlemlerinin yapılmasının engellenmesi durumunda mülkî idare amiri tarafından verilecek yazılı izne istinaden yeterli kolluk kuvveti marifetiyle kapalı kapıları/alanları açmak veya açtırmak suretiyle resen tespit yapılması öngörülmüştür. Bu tür müdahalelerin mülkiyet hakkına ve konut dokunulmazlığı hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. Ancak yasada yer alan düzenlemelerin temel haklara müdahale yetkisi öngören kuralların öngörülebilir ve keyfilikleri önleyecek güvenceler içermesi koşulunu sağladığını söylemek mümkün değildir. Bu nedenle yasa mülkiyet hakkına yönelik ciddî tehditler içermektedir.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

Önceki İçerikSİVİL DİN, SİYASÎ DİN VE TÜRKİYE
Sonraki İçerikHukukun Üstünlüğü Endeksi 2023