Editör’den,

Nihayet beklenen oldu, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 30 Kasım-2 Aralık toplantısında ’’Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’’nin Osman Kavala hakkındaki kararının gereğini yerine getirmediği için Türkiye hakkında Sözleşme’nin 46. maddesinde öngörülen ‘’ihlâl prosedürü’’nü işletme kararı aldı. Bu sürecin sonunda Türkiye Avrupa Konseyi içinde oy hakkına kısıtlama getirilmesi ve hatta Konsey’den çıkarılma gibi ciddî müeyyidelerle karşılaşabilir.  

‘’Nihayet beklenen oldu’’ dedik, çünkü hatırlanacağı gibi, Avrupa Konseyi daha önce birkaç defa Türkiye’ye uyarıda bulunmuş, en son Bakanlar Komitesi geçen Haziran’da yaptığı toplantıda Türkiye’ye Kavala kararının gereğini yapması için 30 Eylül’e kadar süre vermiş, aksi halde ‘’ihlâl prosedürü’’nü başlatacağını belirtmişti.

Bakanlar Komitesi’nin bu kararı, gerek insan haklarına riayet konusundaki uluslararası taahhütlerine bağlılığının samimiyet ve güvenirliğini ciddî olarak tehlikeye atması, gerekse Avrupa Birliğiyle ve Birlik ülkeleriyle ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilecek olması bakımından, Türkiye’nin son yıllarda karşı karşıya kaldığı en önemli dış politika, hatta rejim sorununa işaret etmektedir. Bunun Türkiye için dış politikanın ötesinde aynı zamanda bir ‘’rejim sorunu’’ da oluşturmasının açık bir hukukî dayanağı bulunmaktadır: Bizzat Anayasası Türkiye Cumhuriyetini ‘’insan haklarına saygılı… bir hukuk devleti’’ (m. 2) olarak ve ‘’insan haklarına dayanan demokratik… Cumhuriyet’’ (m. 14) olarak tanımlamaktadır.

Dışişleri Bakanlığı’nın bu karara tepki olarak yaptığı ve Avrupa Konseyi kurumlarını suçlayan açıklama, ne yazık ki Türkiye hükûmetinin durumun ciddiyetinin farkında olmadığını düşündürmektedir. Bu konuda şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, hâlihazırda zaten ekonomi başta olmak üzere birçok alanda devasa sorunlarla boğuşmakta olan Türkiye’yi daha da zor günler bekliyor.

Aslına bakılırsa, neredeyse her gün Türkiye’nin Osman Kavala kararı konusundaki tutumunun istisna olmadığını gösteren yeni örneklerle karşılaşıyoruz. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 21 Kasım’da verdiği bir kararda Türkiye’nin Sözleşme’yi ihlâl ettiğine karar verdi. Üstelik bu öyle sıradan bir mesele de değil, doğrudan doğruya yargı bağımsızlığıyla ilgili. Çünkü AİHM’nin bu son ihlâl kararında, 2016 yılındaki başarısız darbe girişimi sonrasında aralarında yüksek mahkeme (Yargıtay ve Danıştay) üyelerinin de bulunduğu yüzlerce hâkimin hukuksuz bir şekilde tutuklanmış olduğu tespit ediliyor.  

Öte yandan Türkiye’de siyasî mücadelenin yürütülme biçiminin son yıllarda gitgide medenilik standartlarından uzaklaştığını gösteren olaylar artık sık sık yaşanmaya başladı. Bunun en son örneğini, MHP’nin bazı resmî yöneticilerinin de aralarında bulunduğu bir grubun bir toplantıyı basması ve polisin de saldırganlara müdahale etmemesi oluşturdu. Daha da vahimi, MHP Genel Başkanının saldırganları kınamak yerine saldırıya uğrayanları suçlaması ve bu arada partisinin eski bir mensubu olan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanını tehdit etmesidir. Bu, ne yazık ki, MHP’nin bu türden saldırı ve tehditler içinde görüldüğü, hatta bunların başını çektiği ilk ‘’vukuat’’ da değil. Hükûmetin gayrı resmî ortağı olduğu için MHP veya MHP’liler hakkında soruşturma bile başlatılmıyor.

Bülten’in daha önceki sayılarından birinde, OECD bünyesinde yer alan Malî Eylem Görev Gücü’nün (FATF) kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanını engellemede başarılı olamadığı için Türkiye’yi ‘’gri listesi’’ne aldığını duyurmuştuk. Orada bu kararın arkasında yatan gerçek nedenin, Türkiye hükûmetinin FATF’nin tavsiyelerine uygun düzenleme yapmak yerine, kara paranın aklanmasını önleme bahanesiyle sivil toplum örgütlerini baskı altına almayı amaçlayan kanun çıkarmayı tercih etmesi olduğunu belirtmiştik. Nitekim Uluslararası Af Örgütü Türkiye Ofisi’nin yaptığı bir anket ve mülâkat sözde kara paranın aklanmasının önlemek için çıkarılmış olan 7262 sayılı Kanunun sivil toplum üzerindecaydırıcı etki yaptığını ortaya koymuş bulunuyor. Bu Kanun gerçekte Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin dış dünyayla ve uluslararası sivil toplum ağıyla temasa geçmelerini ve bu arada dış yardım almalarını önlemeyi amaçlıyor.

Resmî partneri olan ve başta güvenlik olmak üzere çeşitli konularda kendileriyle dayanışma içinde olduğu ülkeler ve kuruluşları kendi halkına Türkiye’yi yıkmaya çalışan kötü niyetli ‘’dış güçler’’ olarak tanıtan bir devlet için hiç de şaşırtıcı olmayan bir hamle…

MHP Lideri Devlet Bahçeli Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaşı Tehdit Etti

28 Kasım Pazar günü ‘’Alparslan Türkeş Vakfı’’nın düzenlediği anma töreninde 50 kişilik bir grup salonu bastı ve törende bulunan birçok kişiye saldırdı. Saldırganlar arasında MHP Ankara İl Başkanı Turgay Baştuğ da bulunuyordu. Tören öncesinde Baştuğ “Ülkücüler mukaddesatımızı ayaklar altına alanların; partimize, Başbuğumuz Alparslan Türkeş’e, Liderimiz Sayın Devlet Bahçeli’ye ihanet edenlerin Başbuğumuz Alparslan Türkeş’i anmasını asla kabul etmez, ilelebet de etmeyecektir” şeklinde paylaşım yapmıştı.[1] Saldırının yapıldığı salonun girişinde polislerin olmasına rağmen saldırganlara engel olmadığı ve görmezden geldiği iddia edildi.  Saldırı gerçekleştikten sonra bu konu ile ilgili herhangi bir soruşturma açılmadığını belirtmek gerekir.

Kamuoyundaki beklenti, Devlet Bahçeli’nin bu saldırıyı kınaması ve sorumluların cezalandırılması yönünde açıklama yapmasıyken, Bahçeli sükûnet çağrısı bir tarafa şiddeti körükleyecek açıklamalarda bulundu. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur yavaşı tehdit etti. Bahçeli açıklamasında olayla ilgili olarak “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Bey’in elinin altında geliştiği kanaati hâkim. Bundan sonra Mansur Bey dikkat etsin. Artık kendisinin arkasında bir ülkücü nefes vardır.” ifadelerini kullandı.

Bahçeli’nin bu ifadeleri Yavaş’a yönelik açık bir tehdit olarak görülmelidir. Özellikle son yıllarda siyasetçilere yönelik saldırıların artmış olmasını ve iktidar ve müttefikinin şiddet olaylarını tasvip etmemek bir yana teşvik ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, Devlet Bahçeli’nin Yavaş ile ilgili söylediklerini sıradan bir gündelik polemik olarak görmek mümkün değildir. Siyasi kutuplaşmanın, liderlerin birbirini tehdit etmesi noktasına gelmesi Türkiye demokrasisi açısından büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye tarihinin, siyasetçilerin birbirlerini tehdit etmeleri sonucunda ülkenin nasıl şiddet uçurumuna sürüklendiğini gösteren olaylarla dolu olduğunu hatırlamak gerekir.

AİHM 427 Hâkim ve Savcının Hukuksuz Tutuklandığına Karar Verdi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 21 Kasım 2021 tarihinde açıkladığı Turhan ve Diğerleri/Türkiye[2] kararında 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ‘’hükümeti devirmeye teşebbüs’’, ‘’anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs’’ ve ‘’örgüt üyeliği’’ gibi suçlamalarla tutuklanan 427 hâkim ve savcının yaptığı bireysel başvuruyu birleştirerek incelemiş ve tutuklama kararlarının hukuksuz olduğuna karar vermiştir. Mahkeme, bir kısmı ilk derece mahkemelerinde bir kısmı ise Yargıtay ve Danıştay’da görev yapan hâkimlerin kendi özel yasalarında öngörülen soruşturma usulüne uyulmaksızın tutuklanmasının Sözleşmenin 5. Maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkına hukuka aykırı bir müdahale teşkil ettiğini tespit etmiştir. Yerel mahkemelerin örgüt üyeliği suçunun mütemadî suç olduğu ve her an suçüstü hali teşkil edeceği, bu nedenle kanunlarda belirtilen özel usullere uymadan doğrudan savcılıklarca soruşturulabileceği ve koruma tedbirlerine başvurulabileceği yönündeki içtihadının öngörülemez olduğunu belirten Mahkeme, aksi yöndeki Yargıtay ve AYM kararlarının Sözleşme ile bağdaşmadığını da belirtmiştir. Böylece AİHM, Yargıtay[3] ve Anayasa Mahkemesinin[4] iç hukuku yorumlama yetkisinin ulusal mahkemelere ait olduğu tezine itibar etmemiş ve bu konudaki önceki kararlarına atıfla[5] Yargıtay’ın mütemadi suçlara ilişkin yorumunun suçüstü hali için genişletilerek ve geçmişe yürütülerek uygulanmasının öngörülemez bir yorum olduğu ve Sözleşmenin gerektirdiği temel haklara müdahalenin yasallığı ilkesine aykırı olduğu görüşünde ısrar etmiştir. Yasallık gibi hukuk devletinin temelini oluşturan bir konuda bile Türk yüksek mahkemelerinin AİHM ile çelişmesi, hukuk devleti alanında Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı erozyonun somut göstergelerinden biridir.

Diğer taraftan AİHM bu başvuruda başvurucuların tutuklulukla ilgili diğer şikayetlerinin hiçbirini incelememiştir. Bu husus kararın Büyük Daire önüne götürülmesi için önemli bir neden gibi görünmektedir. Mahkeme diğer şikâyetleri incelememe gerekçesini iş yoğunluğu ile açıklamaya çalışmıştır. Dairenin bu tutumu da anlaşılabilir değildir. Zira bir ülkede 427 hâkim ve savcı Sözleşmedeki güvencelere aykırı bir şekilde özgürlüklerinden mahkûm edildiğini ileri sürüyor ve pek çok farklı ihlâl iddiasında bulunuyorsa, bir konuda ihlâl bularak diğer ihlal iddialarının incelenmeden dosyanın kapatılması, Mahkemenin Avrupa ortak standardını belirleme ve Avrupa değerlerini koruma iddiasını ciddî şekilde sorgulanır hale getirecektir. İş yükü korkusu, hukukun üstünlüğünü yok saymanın mazereti olmamalıdır. Ayrıca Türkiye’de hukuk devletini ciddi şekilde zedeleyen uygulamalar yaygın olarak gerçekleştirilirken, AİHM’in iş yükü endişesiyle başvuruları başından savması ve hiçbir konuda ihlâlleri durdurmak için elindeki -‘’pilot karar’’ usulü gibi- imkânları kullanmamış olması Avrupa Konseyinin kuruluş amacıyla ve Mahkemenin varlık nedeniyle bağdaşmamaktadır. Zira Konsey faşizm ve Nazizm felaketlerinden sonra Avrupa bir daha böyle baskıcı rejimlere teslim olmasın diye kurulmuştur. Ülkeler otoriter rejimlere saptığında, başta AİHM olmak üzere Konsey organları, bireyleri otoriter rejim altında kendi kaderlerine terk edecekse, Konseyin kuruluş amacına uygun davrandığından söz edilemez. Türkiye’nin son yıllardaki hak ihlâlleri karnesi değerlendirilirken AİHM’in verdiği ve vermediği kararlarla bu ihlâllere yaptığı katkı da gözden uzak tutulmamalıdır.

Türk Lirasının Kara Yılı

2021 yılı başladığında Türkiye’nin ekonomik açıdan birçok zorluk çekeceği aşikârdı. 2020 yılı COVID-19 salgınının getirdiği ekonomik zorluklarla geçmişti. Uzun süreli kapanmalar hem sanayiciyi hem işçiyi oldukça zora sokmuştu. Küresel lojistik sistemin karşı karşıya kaldığı zorlukların yarattığı sıkıntıları da halâ çekiyoruz. Ama çoğumuz sanırım bu kadar “alaturka” bir krizle karşılaşacağımızı düşünmüyordu.

Sene başında 7,35 TL civarında olan ABD doları şu an 13,65 TL civarlarında seyrediyor. Zaten sene başında dolar haddinden fazla artmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanmasının ardından yaşananlar ve nihayetinde sebep olduğu kur atağından çok daha büyük bir krizle karşı karşıya kaldık. Bu bültenlerin yazılmaya başlandığı tarihten beri geçen 14 aylık sürede Türkiye ekonomisi 2 kez kur atağına maruz kaldı. Türkiye gibi cari açığı ve dış borçluluğu yüksek, gelişmekte olan bir ekonomi bu kadar kısa sürede yaşanan bu iki büyük krizden ağır yara aldı ve o yara kanamaya devam ediyor.

Berat Albayrak döneminde karmaşık bir faiz politikası izlenmiş, politika faizi bir araç olmaktan çıkmış, Merkez Bankası piyasaları geç likidite penceresi dediğimiz başka bir araçtan fonlamaya başlamıştı. O dönem çıkarılan bu karmaşa neticesinde dolar 8,5 TL’ye yaklaşmıştı. Bu süreçte Merkez Bankasının rezervindeki dolarları satarak dolar fiyatını sabit tutmaya çalıştığını görmüş ve bu verimsiz hareketin rezervleri eritmekten başka bir işe yaramadığını yaşayarak öğrenmiştik. Daha doğrusu biz öğrenmişiz fakat hükümet kanadı bu acı dersten hiçbir şey öğrenmemiş. Berat Albayrak’ın olaylı istifası sonrasında görece güvenilir isimler olan Naci Ağbal Merkez Bankası başkanlığına ve Lütfi Elvan Hazine ve Maliye Bakanlığına getirilmişti. Bu ikilinin elinden çıkan kısa süreli reçeteler neticesinde 8,5 TL’ye yaklaşan dolar hızla 7,3 TL seviyelerine gerilemişti. Tabii bu reçeteler faiz artırımı içeren ve çeşitli parasal, mali sıkılaşmalar öneren reçeteler olduğu için ekonomide bir yavaşlama yaratacağı endişesine de sebep olmuştu. Zaten Naci Ağbal’ın başkanlığı tüm bu faiz kavgasından sonra pek de uzun sürmemişti ve 4 ay gibi bir süre sonra Merkez Bankası başkanlığı görevinden alınmıştı.

Tüm bu yaşananlar bizi bugüne kadar getirdi. Yaşananlar hiçbir ders alınmadığı gibi çok daha farklı görüşler artık daha güçlü bir şekilde söylenmeye başladı. Erdoğan öteden beri inandığı “faiz sebeptir, enflasyon sonuçtur” şeklindeki görüşünü her fırsatta tekrarlamaya başladı. Bunu eleştiren herkesi çok antidemokratik yöntemlerle susturmaya çalıştı. Yine bu süreçte yıllardır sandığında sakladığı “ekonomi diploması” aklına geldi ve sürekli “ben ekonomistim” şeklinde çıkışlar yapmaya başladı. Erdoğan özetle damadı Berat Albayrak’ın düşük faiz-değersiz TL-yüksek ihracat sacayaklarına oturan “Çin tipi kalkınma” modelini İslâmî bir sosla yeniden denemeye karar verdi. Artık önceden takındığı pragmatik tutumu da geride bırakarak “Bu (faiz) konuda nass (İslami hüküm) var” dedi.[6] 17 Kasım’da yaptığı açıklamasında aynı zamanda “Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımızdan faizi savunanlar, kusura bakmasınlar. Bu yolda ben, faizi savunanla beraber olamam, olmam. Bu görevde olduğum sürece faizle mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğim ve enflasyonla mücadelemi de sürdüreceğim” şeklinde bir açıklama da yaptı. Bu açıklamadan bir süre sonra, 1 Aralık’ta Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan’ın istifa ettiğini, görevini Erdoğan’ın ekonomik görüşlerinin bir başka yılmaz savunucusu olan bakan yardımcısı Nurettin Nebati’ye bıraktığını öğrendik.[7]

Bunun Berat Albayrak sürecinden pek farkı olmayan bir süreç olacağı şu anki ekonomik aktörlerin açıklamalarına bakıldığında aşikârdır. Türkiye yine yapacağını yaptı ve tarihinin belki de en uzun “ev yapımı kriz”ine yelken açtı.

7262 Sayılı Kanun’un Kâr Amacı Gütmeyen Örgütlere Etkisi Anketi

OECD çatısı altındaki Mali Eylem Görev Gücü’nün (FATF) 2019 yılındaki tavsiyeleri dayanak alınarak 2020 Aralık ayında kabul edilen 7262 sayılı Kanun sivil toplum kuruluşlarına yönelik külfetli denetim yükümlülükleri, yükümlülüklerin yerine getirilmemesi halinde uygulanacak ağır hapis cezaları ve uygulanması halinde derneklerin kapanmasına neden olabilecek yüksek miktarlarda idari para cezaları öngörmektedir.

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Ofisi 7262 sayılı Kanunun etkilerine yönelik yaklaşık 230 kâr amacı gütmeyen kuruluşa gönderilen bir anket ve kuruluş temsilcileriyle yapılan mülâkatların sonuçlarını rapor haline getirdi.[8] Anket ve mülâkat sonuçları Kanunun henüz tam anlamıyla uygulamaya girmemiş olmasına rağmen sivil toplum üzerinde caydırıcı bir etkisi olduğunu ortaya koymaktadır.

Uluslararası insan hakları hukuku standartlarına göre örgütlenme hürriyeti yalnızca “kişilerin ya da tüzel kişiliklerin bir örgüt kurabilme ve bir örgüte üye olabilmelerini değil; aynı zamanda yerel, ülke dışı ve uluslararası kaynaklardan insan, maddi ve mali kaynak talep edebilmelerini, bu kaynakları alabilmelerini ve kullanabilmelerini de” kapsamaktadır. Devletlerin hak ve özgürlüklerin temininde negatif yükümlülüğü olduğu kadar bu hakların kullanımını kolaylaştırmaya yönelik pozitif yükümlülüğü de vardır. Avrupa Hukuku Profesörü Laurent Pech’e göre caydırıcı etki, gerçek veya tüzel kişiler üzerinde olumsuz bir etki yaratan ve bu kişilerin, yaptırımlara ya da tehdit, saldırı ya da karalama kampanyaları gibi gayri resmî neticelere sebep olabilecek resmi devlet işlemlerine maruz kalma korkusu nedeniyle sahip oldukları hakları kullanma veyahut mesleki yükümlülüklerini yerine getirmeden tedbiren vazgeçmelerine yol açan her türlü devlet fiilidir. Yine Pech’e göre bir devletin caydırıcı etki yaratma ve bu etkiyi sürdürme arzusunu ortaya koyan üç temel nokta vardır. Bunlar; 1-) bilinçli bir şekilde muğlak yasal düzenlemelerin kabul edilmesi, 2-) bu düzenlemelerin yetkilileri eleştiren kişilere karşı keyfi olarak uygulanması ve 3-) kişilerin haklarından yararlanmalarını caydıracak orantısız yaptırımların hayata geçirilmesi ve böylelikle de yine bilinçli olarak, öngörülebilirlik içermeyen yasal düzenlemelerin gelecekte keyfi bir şekilde uygulama ihtiyacının sınırlandırılmasıdır.

7262 sayılı Kanun yukarıda sayılan üç hususu da içeriyor ve sivil toplum açısından daha tam anlamıyla yürürlüğe girmeden bile bir oto sansür iklimi doğuruyor. Kanunun muğlak ve ucu açık hükümlerinin kanunilik ilkesiyle uyuşmamasının yanında denetimi yapacak makamın kesin olmaması da eleştiriler arasında. Kısa bir süre önce denetlenen kuruluşların tamamı, yetkililerin denetim raporlarını kendileriyle paylaşmadığını kaydetti. Sonuç olarak kuruluşlar denetimcilerin kendilerinden beklentileri ve devletin kaygıları konusunda fikir sahibi bile değiller. Bu da bir belirsizlik iklimine ve sivil toplumun cezalardan kaçınmak için kendi kendini kısıtlamasına neden oluyor.

Birçok kuruluş “terörist faaliyetlere” destek vermekle suçlanmanın getirdiği kaygıyla kaynak geliştirme çalışmalarını askıya almış ve hakkında ceza davası açılmış yöneticileri yönetim kurullarından çıkarmıştır. Hükümet yanlısı medyanın yabancı fon kuruluşlarını hedef alması sonucunda uluslararası işbirliklerine çekinceyle yaklaşmaya başlamışlar. Sosyal yardım sağlayan bir derneğin yöneticisi de Uluslararası Af Örgütü’ne, denetçilerin kendilerine, fon aldıkları uluslararası bir fon kuruluşunun adında “Hristiyan” kelimesi geçtiği için, Hristiyan bir kurumun niçin derneği desteklediğini dahi sorduklarını ifade etmiş. Nihaî olarak, 21 Ekim tarihinde FATF Türkiye’yi kara para aklama’ ve ‘terörizmin finansmanı’ ile mücadele konusunda ‘yeterince çaba göstermeyen’ ülkelerin bulunduğu ‘gri liste’ye aldıklarını duyurmuştu.[9]


[1] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/reuters-turk-ekonomisi-hakkinda-konustu-turkiye-sahip-olmadigi-parayi-harciyor-490429h.htm

[2] Turhan ve Diğerleri/Türkiye, B.No:75805/16, 21.11.2021, https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-213369

[3] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun, E. 2019/9.MD-312, K.2019/514 sayılı 02.07.2019 tarihli kararı

[4] Selim Öztürk başvurusu, B.No: 2017/4834,08.05.2019; Yıldırım Turan, B.No: 2017/10536, 04.06.2020.

[5] AİHM daha önce Anayasa Mahkemesi üyeleri Alpaslan Altan ve Erdal Tercan tarafından yapılan başvurularda örgüt üyeliği suçunun her an “suçüstü hali” teşkil edeceği bu nedenle AYM kanununda yer alan üyelerin soruşturulması ve yargılanmasına ilişkin özel usullere uyulmadan tutuklanabilecekleri yönündeki uygulamanın öngörülemez olduğuna ve Sözleşmeyi ihlal ettiğine karar vermişti. Ayrıca bkz. Baş/Türkiye, B. No:66448/17, 03.03.2020.

[6] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-ben-gorevde-oldukca-faizle-mucadelem-surecek-41941114

[7] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/12/20211202-7.pdf

[8] https://www.amnesty.org.tr/public/uploads/files/TU%CC%88RKI%CC%87YE%20-%20%20TERO%CC%88RI%CC%87ZMI%CC%87N%20FI%CC%87NANSMANININ%20O%CC%88NLENMESI%CC%87%20HAKKINDA%20KANUN%2C%20DAHA%20S%CC%A7I%CC%87MDI%CC%87DEN%20SI%CC%87VI%CC%87L%20TOPLUM%20U%CC%88ZERI%CC%87NDE%20CAYDIRICI%20ETKI%CC%87YE%20YOL%20AC%CC%A7TI.pdf

[9] https://oad.org.tr/yayinlar/ozgurlukgundemi/ozgurluk-gundemi-sayi-24/

Önceki İçerikAlkolsüz Biraya Federal Vergi Ödememiz için Bir Sebep Yok!
Sonraki İçerikTürkiye’de Basın Özgürlüğü Raporu (Ağustos 2020-Eylül 2021)