Türkiye’de basın özgürlüğü meselesi artık tartışmalı bir konu olmaktan çıkmış, siyasal otoritenin bilgi ve düşünce akışını düzenleme iddiası aşikar hale gelmiştir. Hem konuyla ilgili akademik literatür hem de uluslararası toplumdan gelen siyasi beyanatlar bu meselenin artık genel kabul gören bir olgu olduğuna işaret etmektedir. Hükümet kanadı da bu olguyu inkar etmemekte, özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra sistem içerisindeki etkinliği artan İletişim Başkanlığı üzerinden bilgi akışı sürecinin temel belirleyicisi olma iddiasını ortaya koymaktadır. İletişim Başkanı Fahrettin Altun, vazifelerinin halkın Cumhurbaşkanı’nı doğru algılamasına yardımcı olmak ve Cumhurbaşkanı hakkında olumsuz algılamalar ile mücadele etmek olduğunu söylemekten imtina etmemiştir. Bu söylem, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisi için belirlediği kamusal imajın bütün vatandaşlar tarafından benimsenir hale getirilmesi arzusunu yansıtır. Ki bu durum, Erdoğan’ın kendisine biçtiği değeri benimsemeyen ve diğer insanların da bu değeri benimsememesine sebep olan medya kuruluşlarının yayın politikasına müdahale etme hakkını kendinde görmeyi beraberinde getirir. Diğer bir ifadeyle, kamu otoritesi sadece Cumhurbaşkanı için geçerli olan
bir “doğru algılanma hakkı” olduğunu öne sürmekte, bu hakkın kullanılması için de kamu otoritesinin zorlayıcı mekanizmalarını kullanmayı normalleştirmektedir. Bu durum açıkça bir dayatma olduğu kadar iletişim teknolojilerinin oldukça geliştiği dünyamızda başarılması zor bir hedeftir.
Bu çalışmanın amacı, hükümetin bahsi geçen hedefine ulaşmak için yaptığı çalışmaları incelemektir. Zira bu çalışmalar, ülkedeki basın özgürlüğünü tahrif eden eylemleri ortaya çıkartmaktadır. Geçtiğimiz senelerde çıkardığımız Basın Özgürlüğü Raporları (2015, 2016 ve 2020) basın özgürlüğünü tahrip eden eylemleri sınıflandırmak için yeni bir öneri getirmişti. 2015 ve 2016 raporlarında, sadece yasal çerçeveye bakılmadı, aynı zamanda hükümetin kamu kaynakları üzerinden özel şahıs ve şirketlerle kurduğu bağımlılık ilişkileri de incelendi. Bu raporlarda varılan sonuç, kamu kaynaklarının iktisadi rasyonaliteden uzak bir şekilde siyasi sadakat karşılığı dağıtıldığı ve medya sahiplerinin de bu ilişkiler ağı içerisinde yer alarak sahibi oldukları kurumları hükümetin siyasi ajandasının emrine tahsis ettikleri yönündedir. Böylece hükümet, yasal çerçevenin kısıtlayıcı araçlarına başvurmadan, medyayı kontrolü altında tutabilmektedir. 2020 senesinde yayımlanan raporda ise, dikkatimizi çeken nokta, yasal yaptırımların keskin bir şekilde yükselmesi ve özellikle RTÜK’ün medya üzerindeki denetleyici rolünü istismar ederek bir sansür kurumu gibi çalışmaya başlamasıdır.
Bununla birlikte, 2020 raporumuzda yeni bir değişken önerisinde de bulunarak “kutuplaşma” kavramını da ele aldık ve özellikle popülist otoriter rejimlerin toplumu birbirine karşı kışkırtarak kendisini tahkim ettiğinin altını çizdik. Bu doğrultuda ulaşabildiğimiz verileri de raporumuza ekledik.