Türkiye’nin yüzyıldan biraz fazla süre önce başlamış olan demokratikleşme çabaları bugüne kadar maalesef kurumsallaşmış ve pekişmiş bir demokratik rejimle sonuçlanmış değildir. Pekişmiş bir demokrasiye ulaşmak şöyle dursun, Türkiye’nin demokratikleşme girişimi sık sık sivil destekli askerî müdahalelerle kesintiye uğramış, öyle olmadığı zamanlarda da kurumsallaşmış bir vesayet rejiminin cenderesine mahkûm olmuştur. Eklemek gerekir ki, vesayet dönemlerinde demokratik çoğunlukların yönetme hakkının vesayetçi ideoloji adına sınırlanmasına ek olarak, toplumun dindar-muhafazakâr kesimleri de aynı ideolojik vesayetin kıskacı altında kalmıştır. Bu, sözkonusu kesimin kısıtlı bir sivil ve siyasal özgürlükler rejimine mahkûm olması demekti.

Türkiye’nin demokratikleşme girişiminin başarısızlığının başka bir göstergesi de, iyi-kötü demokrasinin işlediği dönemlerde bile, başta hukukun üstünlüğü ve insan haklarının kurumsal güvenceleri ile denge ve denetim mekanizmaları olmak üzere, rejimin liberal ayağının bir hayli zayıf olmasıdır. Yani, Türkiye’nin ‘’vesayetçi demokrasi’’si aynı zamanda ‘’illiberal demokrasi’’ özelliği taşımıştır. İlginç bir nokta olarak kaydetmek gerekir ki, AKP iktidarının ikinci döneminde, başta askerî kanadı olmak üzere vesayetin kısmen[1] geriletilmesinden sonra, rejimin illiberal unsuru gitgide daha da baskın hale gelmeye başladı. Bu da, vesayetin kalkmasının kendiliğinden liberal-demokratik bir sistemle sonuçlanmayacağı anlamına gelmektedir. Nitekim, Türkiye’de vesayetin gerilemesini demokrasinin güçlenmesi değil daha da gerilemesi izledi.

Böylece, bugün Türkiye’nin siyasî rejimi iki yönlü bir gerileme sürecini yaşamaktadır: Türkiye sadece liberal değer ve kurumlardan değil, demokrasiden de uzaklaşmaktadır. Bu süreç aşağı yukarı 2011 seçimlerinde AKP’nin seçmen tabanını genişleterek %50 seviyesine çıkarmasıyla başladı. Kabaca bu tarihten itibaren, Türk siyasetinin neredeyse hiç değişmeyen ve son yıllarda iyice koyulaşan illiberal zemininde, Tayyip Erdoğan önce başbakan sonra cumhurbaşkanı olarak Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasının baş aktörü oldu.

Bu makalede, ‘’rekabetçi otoriterlik’’ ve ‘’vekâleten demokrasi’’ tezlerinin de yardımıyla, Türkiye’nin siyasî rejiminin bugün geldiği noktanın doğru bir teşhisini yapmaya çalışacağız.

Rekabetçi Otoriterlik

Türkiye’nin içinde bulunduğu geçiş sürecini tanımlama çabaları arasında öne çıkan bir görüş ‘’rekabetçi otoriterlik’’ tezidir. ‘’Rekabetçi otoriterlik’’ (competitive authoritarianism) terimi Steven Levitsky ve Lucan A. Way tarafından melez rejimlerin belli bir tipine işaret etmek üzere önerilmiştir. Rekabetçi-otoriter rejimler ‘’otoriterliğin (zayıflatılmış) bir biçimi’’dirler. Yani, sözkonusu olan, demokratik olmamakla beraber, tam olarak otoriterleşmiş de olmayan bir rejim tipidir. Bu tür rejimlerde demokrasinin kriterlerinin sık sık ve ciddî şekilde ihlâl edilmesi ‘’hükümetle muhalefet arasında eşitsiz bir oyun alanı’’ yaratır (Levitsky & Way 2002: 52-53). Rekabetçi-otoriter sistemlerde düzenli olarak yapılan seçimler yarışmacı olsa ve genellikle yaygın hilelere başvurulmasa da, ‘’devlet iktidarının büyük-ölçekli kötüye kullanımı, taraflı medya, muhalefet adayları ve aktivistlerinin (sıkça şiddet yoluyla) tacizi ve genel şeffaflık yokluğu seçim sürecinin özellikleri arasındadır.’’ (Levitsky & Way 2002: 55)

Öte yandan rekabetçi-otoriter rejimlerde hükümet resmî demokratik kuralları sık sık manipüle etmekle beraber, tamamen otoriter bir rejimden farklı olarak, onları ortadan kaldıramaz veya sırf bir görüntüye indirgeyemez. Bunun yerine eleştiricilerini ‘’hukukî olarak’’ taciz etmek ve onlara açık baskı uygulamak yanında, onları işbirliğine zorlamak için rüşvet, atama, vergi makamlarının, uysal yargı mercilerinin ve diğer devlet araçlarının kullanılması gibi daha sinsi baskı biçimlerine başvurur (Levitsky & Way 2002: 53). Bununla beraber, rekabetçi-otoriter bir rejimde muhalefet büsbütün güçsüz değildir; muhalefet demokratik kanalları kullanmak suretiyle iktidardaki otokratlara meydan okuyabilir, hatta zaman zaman onları yenilgiye uğratabilir (Levitsky & Way 2002: 54).

Bu arada, Türkiye siyasetini ‘’rekabetçi otoriterlik’’ tezi açısından inceleyen Berk Esen ve Şebnem Gümüşçü Türkiye’nin halihazırdaki sisteminin bu modele uyduğu sonucuna varmışlardır. Onlara göre, özetle, gitgide artan adaletsiz seçimleri, iktidarla muhalefet arasındaki eşitsiz oyun alanı ve genel olarak sivil özgürlüklerin sistematik ihlâlleriyle, Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’ın yönetimi altındaki carî sisteminin ‘’rekabetçi otoriterlik’’ olarak nitelenmesi gerekir (Esen & Gumuscu 2016: 3, 5-14; aynı yönde, Özbudun 2015: 43-44).  

Vekâleten Demokrasi

Türkiye’nin bugünkü Erdoğancı rejimini tanımlamak için bazı yazarların başvurdukları diğer bir kavram ‘’vekâleten demokrasi’’dir.  Terimi icat etmiş olan Guillermo O’Donnell’e göre (1994: 59-60, 62), vekâleten demokrasi (delegative democracy) seçimle gelen bir başkanın sabit bir dönem için ülkeyi istediği gibi yönetmesine imkân verir. Vekâleten demokrasilerde dikey (halka karşı) sorumluluk güçlü olmakla beraber, yatay sorumluluk kurumları zayıftır (Wigel 2008: 231). Açıkçası, parlamento ve yargı kurumları başkanın otoritesi önündeki ‘’gereksiz engeller’’ olarak görülürler. Ayrıca, bu rejimler güçlü biçimde çoğunlukçudurlar; yani, bir kişiyi belirli bir süre için ‘’ulusun yüksek çıkarlarının temsilcisi ve yorumcusu’’ olmaya yetkilendiren demokratik bir çoğunluk oluşturulması esasına dayanırlar. Böylece, bir kişi bir kere başkan seçilince, yurttaşlardan ulusun çıkarlarının gözetilmesini başkana bırakarak, ‘’başkanın yaptıklarının pasif ve çoşkulu izleyicileri’’ olmaları beklenir. Çoğu Latin Amerika ve bazı komünizm-sonrası ülkelerdeki ‘’vekâleten demokrasilerin plebisitçi eğilimi’’ bundan ileri gelmektedir. O’Donnel (1994: 56) ayrıca pekişmemiş veya kurumsallaşmamış rejimler olsalar da, vekâleten demokrasilerin kalıcı olabileceklerine dikkat çekmiştir.

Türkiye’nin bugünkü siyasî sistemini tanımlamada ‘’vekâleten demokrasi’’ kavramına başvuranlardan Hakkı Taş’a göre, bu sistemin ayırt edici özelliği, ulusal iradenin kişiliğinde somutlaştığı bir başkanın ‘’güçlü kişiselleşmiş yönetimi ve denetimsiz yetkileri’’dir. Yazar özellikle 2011 seçimlerinden sonra ‘’temsilî demokrasi ile otoriter rejim arasında bir yerde duran’’ bir rejim tipi olarak Türkiye’nin sisteminin vekâleten demokrasinin üç karakteristik özelliğine sahip olduğunu tespit etmektedir: kurumsallaşma karşıtlığı, politika karşıtlığı ve kliantelizm. Bunlar vekâleten demokrasileri diğer kusurlu demokrasilerden ayırt etmek bakımından tipik olan özelliklerdir (Taş 2015: 777, 780-786). Kısaca, bu görüşe göre Türkiye’nin rejimi, ülkeyi yönetme yetkisinin halk tarafından seçilen ve ulusun kaderinden tek başına sorumlu olacak olan bir başkana devredildiği bir vekâleten demokrasidir.

Öte yandan, daha sonra fikrini ‘’yarışmacı otoriterlik’’ten yana değiştirmiş görünse de, Ergun Özbudun da 2014 tarihli bir makalesinde aynı görüşü dile getirmiştir. Özbudun özellikle Erdoğan’ın liderlik tarzının aşırı kişiselci yanına dikkat çekmiştir: Erdoğan güçlü bir misyon duygusuna sahiptir ve neredeyse bütün yetkileri kendi ellerinde toplamıştır. Buna paralel olarak Erdoğan seçim sandığını hesap-vermenin ve demokratik meşruluğun yegâne aracı olarak görmektedir ki bu vekâleten demokrasilerin sadece dikey sorumluluğu vurgulamalarıyla tutarlıdır. Bu anlayış, seçim sandığında ifadesini bulduğu varsayılan ‘’ulusal irade’’yi neredeyse kutsal bir konuma yükseltmektedir. Öte yandan, Türkiye siyasetinde öteden beri zaten zayıf olan yatay sorumluluk araçları Erdoğan döneminde daha da zayıflatılmıştır. Böylece, parlamentodaki güçlü, sâdık ve disiplinli AKP çoğunluğu yasama organına karşı sorumluluğu etkisiz hale getirmektedir.[2] Erdoğan’ın yönetimi altındaki Türkiye’de, ayrıca, radyo-televizyon sahipleri ve diğer sivil toplum aktörleri bastırılmış, yargı büyük ölçüde yönetime bağımlı hale getirilmiştir (Özbudun 2014: 162-163).

Bu Tezlerin Türkiye’ye Uygunluğu

Anayasasında insan haklarına saygılı bir demokratik hukuk devleti olduğunun yazılı olmasına bakarak Türkiye’nin liberal-demokratik bir devlet olduğu düşünülebilir. Ne var ki, her zaman bu konuda sorunlar yaşamış olmakla beraber, Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılına hâkim olan otoriter tek-parti yönetimi hariç tutulursa, Türkiye hiçbir zaman liberal-demokrasiden bugünkü kadar uzaklaşmamıştı. Şu husus açık görünüyor: Türkiye’nin carî siyasî sisteminin tam doğru adının ne olması gerektiği konusunda farklı görüşler olsa da; etkisizleştirilmiş denge ve denetim mekanizmaları, zayıflatılmış hukuk devleti güvenceleri ve ciddî, hatta sistematik insan hakları ihlâlleriyle, bu sistemin ‘’illiberal’’ olduğunda kuşku yoktur. Ayrıca, son yıllarda seçimlerin âdilliği ve yarışmacılığı da büyük ölçüde zayıflamış olduğundan, bu rejimin ‘’demokratik’’liği de kuşkulu hale gelmiştir. 

Başka bir anlatımla, Türkiye siyasetinde son birkaç yılda meydana gelen gelişmeler karşısında, bugün karşı karşıya olduğumuz sorun bu rejimin ‘’illiberal’’ de olsa halâ bir demokrasi olarak nitelenmesinin mümkün olup olmadığıdır. Yukarıda özetlenen iki ana görüş bu soruya cevap vermek iddiasındadır. Rekabetçi otoriterlik tezi açısından Türkiye’nin rejimi zayıf bir ‘’otoriterlik’’ olarak görülürken, vekâleten demokrasi açısından bu rejim zayıf bir ‘’demokrasi’’ olarak nitelendirilmelidir. Başka bir anlatımla, ne Türkiye’nin rejimini otoriter olarak niteleyenler bununla tam bir otoriterliği kastediyorlar, ne de ‘’bu bir vekâleten demokrasidir’’ diyenler bununla tam bir demokrasiyi kastediyorlar. Bize göre, her iki tezde de doğruluk payı bulunmakla beraber, bunların hiçbiri Türkiye’nin halihazırdaki durumunu tam olarak yansıtmamaktadır. 

İlk olarak, ‘’rekabetçi otoriterlik’’ tezi Türkiye’de seçimlerin yeterince âdil ve yarışmacı olmadıklarını ve sivil özgürlüklerin baskı altında olduğunu vurgulaması bakımından doğru olmakla beraber, bu tezin muhalefetin yine de iktidar partisine karşı koyabileceği, hatta yer yer onu yenilgiye uğratabileceği varsayımı Türkiye’nin durumuna pek uymamaktadır. Bugünkü Türkiye’de muhalefetin hemen hemen hiç etkinliği kalmamıştır; muhalefetin yasama organında halâ temsil ediliyor olması ve bazı mahallî idarelerde yönetimde olması bu durumu değiştirebilecek bir siyasî etkiye sahip değildir. Çünkü, Türkiye’nin yeni anayasal düzeninde yasama organı ne cumhurbaşkanını denetleyebilecek konumdadır, ne de hatta yasama yetkisinde tekele sahiptir. Kaldı ki, yasama organında da cumhurbaşkanının partisi çoğunluktadır. Öte yandan, mahallî idarelerin merkezî idarenin sıkı denetimine tâbi olduğu Türkiye’de bunların genel siyaset üzerinde hiçbir etkileri olmaması bir yana, bunların bazılarında yönetimde olan muhalefete mensup unsurların kaderi de zaten cumhurbaşkanının elindedir. 

Daha da önemlisi, rekabetçi otoriterlik tezi Türkiye’yi, sistemleri kurumsal etkenlerle açıklamayı esas alan perspektif açısından değerlendirmektedir. Oysa, daha önce başlamış olmakla beraber, özellikle 2014’de genel oyla cumhurbaşkanı seçilmeye başlamasından ve yasama ve yargıyı ikincil ve cumhurbaşkanına bağımlı konuma iten 2017 anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra, Türkiye’nin sistemini asıl karakterize eden unsur, Anayasayla güçlendirilmiş konumunun da desteğiyle, Erdoğan’ın kişiselci yönetim tarzıdır.  

Öte yandan, ‘’vekâleten demokrasi’’ tezi de, günümüz Türkiye siyasetine hâkim olan kişiselci yönetim anlayış ve pratiğini iyi yakalamakla beraber, bugünkü sistemin hem tam bir profilini verememekte, hem de terimin kendisi Türkiye’nin halâ bir ‘’demokrasi’’ olduğunu düşündürmektedir. İlk olarak, vekâleten demokrasi tezi, Türkiye’nin başkancı bir rejime geçmesini sağlayan 2017 anayasa değişikliğinin 2018 Temmuzunda tümüyle yürürlüğe girmesiyle cumhurbaşkanının sistem içinde kazandığı hâkim konumu ve bunun hukuk-ötesi dayanaklarını açıklayamamaktadır. Başka bir anlatımla, bugünkü sistemimizin ‘’demokrasi’’ olarak nitelendirilmesini isabetsiz kılan bir nokta, cumhurbaşkanının (başkanın) sistem içindeki demokratik dünyada benzeri olmayan, alışılmadık konumu ve rolüdür.

 İkinci olarak, ‘’vekâleten demokrasi’’ tezi, adlandırdığı siyasî fenomenin ‘’liberal demokrasi’’den farklı da olsa halâ bir ‘’demokrasi’’ olduğunu varsaymaktadır. Bunun da temel dayanağı, bu gibi ülkelerde başkan ve parlamentonun -eksik-gedikleri de olsa- nihayet seçimle göreve geldikleri olgusudur. Ancak, bu gerekçeyle bir sistemi demokratik olarak niteleyebilmek için, seçimle göreve gelen yasama organının hem ‘’yasama’’ yetkisinin gerçek sahibi olması, hem de başkanı denetleyip-dengeleyebilecek yetkilere sahip bulunması gerekir. Oysa, vekâleten ‘’demokrasi’’de başkanın bir tür ‘’ayak bağı’’ olarak görülen yasama organı gerçek bir (siyasî) aktör olmadığı gibi, yargı da etkin bir güç olmakan uzaktır. Bu şekilde ‘’yatay sorumluluk’’un var olmadığı veya çok zayıf olduğu bir siyasal sisteme sırf başkanla seçmenler arasındaki delegasyon ilişkisi nedeniyle demokrasi denip denemeyeceği bir yana, Türkiye’nin yeni başkancı rejiminde cumhurbaşkanı ile diğer ‘’kuvvetler’’ arasındaki güç dengesizliği çok daha ileri düzeydedir. Kaldı ki, başkanla seçmenler arasındaki delegasyon ilişkisi de yurttaşların başkanın yapıp-ettiklerinin pasif izleyicileri, hatta çoşkulu alkışlayıcıları olmasından başka bir şey gerektirmemektedir.   

İşte bu nokta, bugünkü Türkiye’de hâkim olan siyaset ve yönetim tarzını ‘’vekâleten demokrasi’’den ziyade ‘’vekâleten otokrasi’’ olarak nitelenedirmenin daha doğru olacağını düşündürmektedir.

Türkiye’nin Bugünkü Rejimi: Vekâleten Otokrasi

Türkiye siyasetinin bugünkü durumunu asıl ayırt eden unsur, cumhurbaşkanının vekâlet yoluyla yetkilendirilmesinin kapsam ve anlamındaki belirgin farklılıktır. Günümüz Türkiye’sinde cumhurbaşkanına seçim yoluyla yetki devredilmesi ne ‘’emredici vekâlet’’ ne de ‘’temsilî vekâlet’’ kurumuna benzemektedir. Bunun bir tür emredici vekâlet olmadığı açıktır, çünkü cumhurbaşkanının görevini kendisini seçenlerin talimatlarına göre yürütmesi sözkonusu değildir; esasen seçilir seçilmez cumhurbaşkanının kendisini seçenlerle ilişkisi kopmaktadır. Öte yandan buna ‘’temsilî vekâlet’’ de denemez; çünkü cumhurbaşkanı, temsilî vekâlette olduğunun aksine, önceden tanımlanmış belirli görevleri yerine getirmek üzere değil, seçmenlerinin gözünde sınırları belli olmayan bir genel yetkilendirmeyle seçilmektedir. Kısaca, Türkiye’de cumhurbaşkanının halk tarafından seçim yoluyla yetkilendirilmesi, seçmenlerin bireyler ve yurttaşlar olarak sahip olmadıkları yetkileri de ona devrettikleri anlayışına dayanan ve anayasal-hukukî sınırları da bulunmayan bir yetkilendirmedir.

Bu nedenle, bir yazarın vekâleten (delegative) demokraside sözkonusu olan bu yetkilendirmeyi, egemene mutlak iktidarın delege edilmesine ilişkin Hobbescu modele benzetmesi anlamlıdır (Silva 2006: 48-49). Bilindiği gibi, Thomas Hobbes’a göre, ‘’tabiat hali’’nin kötülüklerinden sakınmak üzere toplumun bir sözleşmeyle kurduğu devlet (veya, egemen) adına hareket ettiği toplumun varlığını idame ettirmesi için gerekli olduğunu düşündüğü her neyse onları yapmaya yetkilidir. O bu amaç bakımından hukukla bağlı değildir. Bireyler de bu şekilde yarattıkları egemenin sınırsız bir otorite olacağını kabul ederler (Erdoğan 2015: 395-400). Gerçekten de halihazırdaki sistemde sadece Erdoğan’ın kendisinin değil seçmenlerinin algılaması bakımından da cumhurbaşkanı ‘’milletin bekâsı’’nın ve ‘’yüce menfaatleri’’nin gerektirdiği her türlü yetkiyi kullanabilir, o bu bakımdan mutlak otoriteye sahiptir.

Buna bağlı olarak, bu sistemde halkın cumhurbaşkanı seçmesinin anlamı da standart demokratik anlayıştan tamamen farklıdır. Bu, cumhurbaşkanına seçim yoluyla verilen (delege edilen) yetkinin, hem başkan hem de onun seçmenleri tarafından, hukuk çerçevesinde kullanılması gereken ‘’sıradan’’ bir yetki değil, bir tür kutsal görev olarak anlaşıldığı anlamına gelmektedir. O kadar ki, başkan olarak Erdoğan milleti ve millî iradeyi ‘’temsil ettiği’’ için, ona karşı olan her söz, tutum ve hareket millete bir saldırı olarak algılanmaktadır (Taş 2015: 785). Erdoğan’ın kendi siyasî kaderine yönelik olduğunu düşündüğü riskleri ‘’milletin ve devletin bekâsı’’ sorunu olarak nitelendirmesi de bununla tutarlıdır. Böylece, seçimler yoluyla kendisine ulusun kaderini gözetme misyonu verilen cumhurbaşkanı ülkeyi bu misyona uygun olarak ve tamamen kendi takdirine göre yönetecektir, nitekim öyle de yönetmektedir.

Onun için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri ile tutum ve davranışlarına yansıyan misyon duygusunun onun açısından sırf bir hüsnü kuruntu olmadığı, aksine geniş bir toplum kesimi tarafından paylaşılmakta olduğu gerçeği bu sistemin tanımı bakımından önem taşımaktadır. Başka bir anlatımla, Erdoğan’ı önce başbakan olarak daha sonra da cumhurbaşkanı olarak ısrarla seçenler, öyle görünüyor ki, bunu yaparken aslında demokratik anlamda bir seçim yaptıklarını düşünmüyor; fakat onun bu meseleleri kendilerinden çok daha iyi takdir edebileceği kesin inancıyla, ulusun çıkarları konusundaki kendi yargılarından vaz geçiyor ve ülkenin ve ulusun kaderini belirleme yetkisini gönül rahatlığıyla ona ‘’devir ve emanet’’ ediyorlar. Yani, burada hukukî olmaktan çok mistik bir yetkilendirmeyle karşı karşıyayız. Bu yetkilendirme bir (dikey) sorumluluk ilişkisi de yaratamaz, çünkü kendi yargılarından ‘’Reis’’ lehine vaz geçenler liberal-demokratik teorinin varsaydığı anlamda ‘’yurttaşlar’’ olmayıp Reis’in ‘’tebaası’’ konumundadır. Bu şekilde, kendi yetkilerini ulusun gözeticisi veya vasîsi olarak hareket etmesi için güçlü bir lidere (‘’Reis’’e) devreden seçmenlere düşen ise ‘’köşelerine çekilmek’’ ve -lideri alkışlamak ve onun retoriğiyle coşmak için olması durumu dışında- kamusal alanda bir daha görünmemektir.

Aslına bakılırsa, cumhurbaşkanının hem yetkilerinin sınırsız olduğunun sadece kendisi tarafından değil taraftarlarınca da kabul edilmesi, hem de onun bir tür kutsal görev yürüttüğüne inanılması olgularını bir arada düşündüğümüzde, artık görev ve yetkileri anayasal ve hukukî olarak belirlenmiş olan bir ‘’cumhurbaşkanı’’ndan (hatta ‘’başkan’’dan) ziyade, mitik ve mistik bir kişilikten, neredeyse insanüstü bir önderden söz ediyoruz demektir. AKP’lilerin Erdoğan’ı genellikle ‘’Reis’’ olarak anmaları bu anlamı tam olarak karşılamasa da, bu yine de onların Erdoğan’ın konumunu resmî sıfat ve konumundan (cumhurbaşkanı) bağımsız olarak ve ondan üstün gördüklerini anlatmaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak, Türkiye hâlihazırda demokratik değil otokratik bir yönetim altındadır. Demokrasilerin karşıtı olarak, otokratik yönetimlerin en belirgin özelliği egemenin/egemenlerin yönetme otoritesini başka bir kaynaktan değil de doğrudan doğruya kendisinden/kendilerinden alması, bu otoriteyi kimseyle paylaşmaması ve yaptıklarından dolayı kimseye hesap vermek zorunda olmamasıdır (Friedrich & Brzezinski 1964: 7-8).[3] Ayrıca, burada söz konusu olan otokrasi aşırı bir kişiselci yönetimle ve yönetici önderin adeta kutsal bir kişilik olduğu anlayışıyla bir aradadır. Ancak, büyük ölçüde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istsinaî (ve arızî) görev algısına ve onun seçmen tabanının psikolojisine bağlı olan bu durumun kalıcı olması ihtimali yok gibidir. Bu da, halihazırdaki bu ‘’vekâleten-otokratik’’ rejimin Erdoğan sonrasında çok büyük ihtimalle varlığının sona ereceğini düşündürmektedir.

Bununla beraber, sona ermesi halinde hâlihazırdaki vekâleten-otokratik rejimi liberal-demokratik bir rejimin izleyeceğini de beklememek gerekir. Çünkü, işaret ettiğim görev algısı ve seçmen psikolojisi değişse ve cumhurbaşkanlığına Erdoğan’dan daha az iddialı bir figür seçilse bile, 2018 Temmuz’unda tamamen yürürlüğe giren Anayasa değişikliklerinden sonra, halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının plebisitçi bir kişisel yönetim eğiliminden kaçınması kolay olmayacaktır. Türkiye’nin askerî düzeni andıran mevcut parti yapıları, demokratik kurum ve geleneklerinin zayıflığı ve kurumlar yerine kişilere (kişisel performanslara) odaklanan yerleşik siyasî kültürü veri alındığında, anayasal olarak zayıflatılmış ve cumhurbaşkanına bağımlı hale getirilmiş yasama ve yargı organlarının cumhurbaşkanıyla ‘’uyumlu’’ hareket etmeleri ve onun gidişatına ayak uydurmaları esasına dayanan mevcut sistemde başka bir sonuç beklemek gerçekçi değildir.

Kısaca, yürürlükteki anayasal sistem aynı kaldığı sürece, Erdoğan sonrası Türkiye’yi bekleyen en muhtemel rejim tipi ‘’vekâleten demokrasi’’dir. Daha zayıf bir ihtimal Türkiye’nin ‘’yarışmacı-otoriter’’ bir sisteme evrilmesidir. Hatırlanacağı gibi, O’Donnell ‘’vekâleten demokrasi’’nin kalıcı olabileceğini belirtmişti. Aynısı yarışmacı-otoriter rejimler için de söylenebilir. Ancak, gerek yarışmacı otoriterlik gerekse vekâleten demokrasi melez rejimlere ilişkin spesifik adlandırmalardır. Daha genel bir terimle ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin kalıcı rejim tipinin ‘’illiberal demokrasi’’ olacağı söylenebilir. ‘’İlliberal’’, çünkü Türkiye tarihsel ve kültürel olarak, liberal değerlere demokrasiye olduğundan daha uzaktır. Tabiî, insan haklarıyla ve hukukun üstünlüğüyle sınırlanmış olmayan (illiberal) bir rejime, sırf iyi-kötü seçimlere yer verdiği için ne kadar ‘’demokrasi’’ denebilirse…

(*) Bu makale 2019 sonbaharında kaleme alınmıştır.

KAYNAKLAR

Erdoğan, Mustafa (2015), Anayasal Demokrasi (Ankara: Siyasal Kitabevi, 12. b.).

Esen, B. & Gumuscu, S. (2016), ‘’Rising Competitive Authoritarianism in Turkey’’, Third World              Quarterly, Vol. 37, No. 9, pp. 1581-1606.

Friedrich, C.  & Brzezinski, Z. (1964), Totaliter Diktatörlük ve Otokrasi, Onaran, O. (Çev.),                      (Ankara: Türk Siyasî İlimler Derneği yayını).

Levitsky, S. & Way, L. A. (2002), ‘’The Rise of Competitive Authoritarianism’’, Journa of Democracy,    Vol. 13, No. 2, pp. 51-65.

O’Donnell, Guillermo A. (1994), ‘’Delegative Democracy’’, Journal of Democracy, Vol. 5,          No. 1, pp.       55-69.

Özbudun, Ergun (2015), ‘’Turkey’s Judiciary and the Drift Toward Competitive Authoritarianism’’,        The International Spectator, Vol. 50, No. 2, pp. 42-55.

Özbudun, Ergun (2014), ‘’AKP at the Crossroads: Erdoğan’s Majoritarian Drift’’, South European                     Society and Politics, Vol. 19, No. 2, pp. 155-167.

Silva, Ricardo (2006), ‘’Delegative Democracy or Vicissitudes of Transition’’, Codata, A. N.       (ed.), Political Transition and Democratic Consolidation: Studies in Contemporary     Brazil (New     York: Nova Science Publishers), ss. 47-58.

Taş, Hakkı (2015), ‘’Turkey-from Tutelary to Delegative Democracy’’, Third World Quarterly, 36:4, pp.             776-791, DOI: 10.1080/01436597.2015.1024450

Tullock, Gordon (1987), Autocracy (Springer Science ­Business Media Dordrecht).

Wigell, Mikael (2008), ‘’Mapping ‘Hybrid Regimes’: Regime Types and Concepts in       Comparative Politics’’, Democratization, Vol. 15, No. 2, pp. 230-250.


[1] ‘’Kısmen’’ dememizin nedeni, vesayetin hukukî temellerine pek dokunulmamış olmasına ek olarak, daha önemlisi, vesayetin ideolojik referansının da sapasağlam yerinde durmasıdır.

[2] Anayasada 2017 yılında yapılan değişikliklerin 2018 Temmuz’unda tamamen yürürlüğe girmesinden sonra, cumhurbaşkanı artık hiçbir anayasal organ veya merciye karşı siyaseten sorumlulu değildir. 

[3] Bir yazar (Tullock 1987: 2) bir şekilde oy vermeye (seçime) dayanan yönetimlere otokrasi denemeyeceğini belirtmektedir. Bu düşünce açısından, siyasî kamu otoriteleri (yürütme ve yasama organları) halâ ‘’seçimle’’ iş başına geldikleri için Türkiye’deki sisteme otokrasi denemeyeceği düşünülebilir. Ancak, metinde açıkladığımız gibi, son yıllarda Türkiye’deki seçimler tam olarak âdil ve yarışmacı olmadıkları gibi, bu şekilde kusurlu olan seçimlerin anlamı da yöneten(ler) ile yönetilenler arasında bir sorumluluk ilişkisi yaratmaması bakımından da demokratik anlayıştan çok farklıdır. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesinin ona normal anayasal-hukukî yetkilerin ötesinde, sınırsız bir otorite verdiği, hem seçilenin kendisi hem de seçenler tarafından kabul edilmektedir.  

Önceki İçerik2021 Almanak: Sivil Özgürlükler (BLOG)
Sonraki İçerikTekçi Hakikat Ve Akp’nin Dinci-Milliyetçi Otoriterizmi
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)