Son zamanlarda Türkiye’nin yargı düzeniyle ilgili skandalların ardı arkası kesilmiyor, bir skandal unutulmadan bir yenisi gündeme geliyor!

Hatırlanacağı gibi, üç hafta kadar önce İstanbul Anadolu Adliyesi Başsavcısı Hakimler ve Savcılar Kurulu’na yargıda rüşvet ve çeteleşme iddiaları hakkında bir rapor sunmuştu. Şimdi de Yargıtay’ın 3. Ceza Dairesi Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay başvurusu üzerine verdiği hak ihlâli kararına uymayı reddetti. Dahası, bu şekilde Anayasayı açıkça ihlâl etmesi yetmiyormuş gibi, Ceza Dairesi daha da ileri giderek bir yandan Millet Meclisi’ne Can Atalay hakkında hemen işlem yapması yönünde talimat verme cüreti gösterirken, öbür yandan da Atalay’ın hak ihlâli iddiasının kabulü yönünde oy kullanmış olan AYM üyeleri hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı nezdinde suç duyurusunda bulundu.

Bu gelişmenin ardından Yargıtay adına 3. Ceza Dairesi’nin kararını destekleyici mahiyette bir açıklama yapılması ortada gerçek bir sistem krizi olduğunu göstermektedir. Bunun yargı bakımından yeni bir durum olmadığı, bazı mahkemelerin bir süredir Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına karşı direndikleri doğru olmakla beraber, bu belki kısmî, yani sonuçları bakımından sadece yargı düzenini etkileyen bir kriz olarak yorumlanabilirdi.

Ancak bugün bir Yargıtay dairesinin Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımamak ve yasama organına talimat vermeye kalkışmak suretiyle sadece Anayasal hadlerini değil hukukun da sınırlarını aşan bir tutum içine girmesi ve anayasal mimariyi altüst etmesi karşısında bir rejim kriziyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Aslına bakılırsa, bu krizin kökleri partili Cumhurbaşkanını anayasal sistemin merkezine yerleştiren ve yasama ve yargının üzerinde onun vesayetini tesis eden 2017-2018 rejiminde yatmaktadır. Başka bir faktör de kriz çıkarma uzmanı MHP ve liderinin siyasî iktidarın enformel ortağı olmasıdır.

Görünüşe bakılırsa, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bir sistem krizine yol açan bu üç ayaklı hamlesini dayandırdığı gerekçe -yargı camiasının aşina olduğu bir tabirle söylersek ‘’mürettep gerekçe’’- de inandırıcı olmaktan uzaktır. ‘’Görünüşe bakılırsa’’ diyorum, çünkü kararında kullandığı dilin satır araları Yargıtay’ı asıl rahatsız edenin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymayı yüksek mahkemeler için de anayasal bir zorunluluk haline getiren düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi ile kendisi arasında bir hiyerarşi iması olarak algılaması olduğunu düşündürmektedir. Yargıtay adeta ‘’en yüksek yargı organı benim, AYM nasıl bana emir verebilir!’’ der gibidir.

3. Ceza Dairesi’nin ‘’mürettep gerekçe’’sine gelince, burada biri ‘’bireysel başvuru’’nun hukukî mahiyetine, diğeri ‘’yargısal aktivizm’’ kavramının anlamına ilişkin olmak üzere, başlıca iki temel hata dikkati çekmektedir. Yargıtay her ne kadar ‘’bireysel başvuru’’ bir kanun yolu değildir diyorsa da, yukarıdaki psikolojinin etkisiyle olsa gerek, AYM’nin ihlâl tespit kararını aslında kendi kararını ‘’bozan’’ bir kanunyolu incelemesiymiş gibi algılamaktadır. Oysa gerçekte iki Mahkeme arasındaki ilişki bir hiyerarşi ilişkisi olmayıp, her birinin farklı alanlarda görevli olmasından ibarettir.

Bu arada, bireysel başvuruda Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı, daha önce karara bağlanmış olan bir davayı yeniden görmek veya temyiz incelemesi yapmak değil, ilgili yargısal kararın Anayasanın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ortaklaşa tanıdıkları temel bir hakkı ihlâl sonucunu doğurup doğurmadığını tespit etmektir. Sözkonusu temel hakların anlam ve kapsamını belirlemek konusunda uzman olan mahkeme ise Anayasa Mahkemesidir. Yani, burada Yargıtay’ın alınmasını gerektirecek bir durum yoktur. 

Yargıtay’ın söz konusu kararının hukuk tekniği açısından en zayıf yanı, ‘’yargısal aktivizm’’ meselesini gereksiz olarak işin içine sokmuş olmasıdır.  Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, yargısal aktivizm mahkemelerin kendi aralarındaki ilişkide değil, mahkemelerle yasama organı arasındaki ilişkide ortaya çıkan bir sorundur. Başka bir deyişle, eğer böyle bir durum gerçekten varsa, yargısal aktivizmden şikâyetçi olması beklenebilecek olan anayasal kurum yasama organıdır. Çünkü, yargısal aktivizm Anayasa Mahkemesi’nin, genellikle siyasî saiklerle, ilgili anayasal normları kendi görevinin kapsamını yasama (yasa yapma) alanına müdahale edecek şekilde geniş yorumlamasıyla ilgili bir kavramdır. Bu tür bir sapma ise temel hakların korunmasına hizmet eden bireysel başvuru yolunda değil, esas olarak AYM’nin norm denetimi yaptığı (kanunların Anayasaya uygunluğunu denetlediği) durumlarda ortaya çıkabilir.

Böyle bakıldığında, son olayda yargısal aktivizme sapan, Anayasa’nın -dokunulmazlıkla ilgili 83. maddesinde atıf yapılan- 14. maddesinin kapsamına giren suçları belirleyen bir yasal düzenleme yapmasını bekleyen Anayasa Mahkemesi değil, hem bu yasal boşluğu kendi takdirine göre yorum yoluyla doldurmaya kalkan hem de Can Atalay hakkında hemen işlem yapmasını TBMM’ye adeta buyuran Yargıtay’ın kendisidir.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bu meseledeki daha büyük teknik hatası, işin nezaketini bir yana bırakalım, ‘’kanunsuz suç olmaz’’ evrensel ilkesine ve Anayasanın 38. maddesine aykırı olarak, ‘’yargısal aktivizm’’ diye bir suç varmışçasına AYM hakkında suç duyurusunda bulunmuş olmasıdır. Oysa, yargısal aktivizm eleştirilmeyi hak eden yargısal bir tutum olsa da suç değildir. Esasen farzı muhal böyle bir suç yaratan bir yasal düzenleme yapılsa bile, bu mahkemelerin yargı işlevini hukuka uygun olarak ve vicdanî serbestlikle yerine getirmelerini engelleyen bir tür Demokles Kılıcı olarak işlerdi.

Sonuç olarak, AKP-MHP iktidarının politikasıyla uyum kaygısının harekete geçirdiği kuşkusu uyandıran ve Beştepe’deki iktidar merkezinin -ihtirasları yetenek ve donanımlarını çok aşan- ‘’hukukçu’’ kılıklı kimi maaşlı memurlarının telkinlerinden etkilenmiş görünen bu son hamlesiyle, Yargıtay kendi saygınlığına büyük bir darbe vurmakla kalmamış, zaten çoktandır sorunlarla boğuşmakta olan ülkeyi de yeni bir krize sürüklemiştir.

(Diyalog, 11 Kasım 2023)

Önceki İçerikRüzgar ve Güneş Enerjisi: Sürdürülebilirlik Masalının Ardındaki Zorluklar
Sonraki İçerikPetrolün Sonu: Kapitalizmin Geleceğinde Yepyeni Bir Dönem Başlıyor – Mu?
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)