Editör’den

Geçen Özgürlük Gündemi’nden bu yana Türkiye’nin siyasî gündemine giren olaylar arasında ön sırada yargıda yolsuzluk iddiaları yer aldı. On gün kadar önce İstanbul-Anadolu Adliyesi Başsavcısı İsmail Uçar yargıda rüşvet ve çetecilik iddialarına dikkati çeken bir raporu Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na sundu.  Raporda yargıya karşı güvensizliği artıran son derece vahim iddialar yer almaktadır. Bazı yargı mensuplarının yaptığı ‘’kirli işler’’den yakınan Başsavcı Uçar ‘’iş takibi ve aracılık yapan, rüşvete tevessül eden’’, ‘’para karşılığı’’ bazı haberlere erişim engeli kararları alan ve usulsüz tahliyeler yapan yargı mensuplarından yakınmakta ve yargı içinde çeteler oluşmaya başladığına dikkat çekmektedir.

Her ne kadar bu gelişme üzerine Adalet Bakanı konunun araştırılması ve rüşvet yolsuzluğuna bulaşanların ortaya çıkarılıp cezalandırılması için soruşturma açıldığını söylese de, bu soruşturmadan olayı tüm failleri ve yönleriyle aydınlatacak tatminkâr bir sonuç çıkması ihtimali maalesef fazla değildir. Çünkü, öyle görünüyor ki, bu sorunun AKP iktidarının siyasetiyle bağlantılı bir yapısal kaynağı bulunmaktadır. Nitekim söz konusu Raporda, 2016’daki darbe girişiminden sonra yargıda yapılan büyük kapsamlı tasfiyeden sonra, azalan hâkim-savcı sayısını ‘’hızla artırma ihtiyacı’’nın yol açtığı ve yargı personelinde nitelik kaybıyla sonuçlanan kadrolaşmaya ima yollu olarak işaret edilmektedir.

Eğer Başsavcının Raporundaki tespitler gerçeği yansıtıyorsa, yargıda 2016 yazında başlayan ve ‘’FETÖ’cüler’’in tasfiyesi bahanesinin arkasına saklanan partizan kadrolaşma, gücünü meslekî yeterliklerinden çok siyasî iktidara yakınlığından alan bir grubun veya grupların olağan hukukî prosedürleri by-pass eden veya saptıran ‘’iş-bitiricilik’’ temelli bir inisiyatif almasını ve zamanla çeteleşmesini kolaylaştırmış olmalıdır. Kısaca, öyle anlaşılıyor ki, bazı adlî personelin ‘’her nasılsa yolunu şaşırmış olması’’ndan kaynaklanan arızî bir sorunla değil, 15-20 Temmuz Süreci’nin sonucu olan sistemik bir problemle karşı karşıya bulunuyoruz. Olayın tam olarak aydınlanacağından kuşku duymamız da bundan ileri gelmektedir.

Türkiye’deki rejimin halihazırdaki niteliği ve geleceği açısından önemli olan başka bir gelişme de, ‘’Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs’’ isnadıyla yargılanıp ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan iş insanı Osman Kavala’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına rağmen serbest bırakılmaması nedeniyle Türkiye hakkında başlatılmış olan ‘’ihlâl prosedürü’’nden nihayet bir sonuç çıkmış olmasıdır. Nitekim 12 Ekim’de Strasbourg’da toplanan Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Osman Kavala’nın Ocak 2024’e kadar serbest bırakılmaması halinde Türkiye delegasyonunun oy hakkının askıya alınmasına karar verdi. Karara göre, ayrıca, eğer Kavala serbest bırakılmazsa Avrupa Konseyi üyesi ülkeler de Kavala’nın cezaevine gönderilmesinde rolü bulunan hâkim ve savcılar dahil bütün görevliler hakkında çeşitli yaptırımlar uygulayabilecekler.

AKPM’nin Türkiye’nin Batı dünyası nezdindeki itibarına büyük bir darbe vuran bu kararının olumsuz etkisinin ülkemizin dış politikası ve diplomatik ilişkileriyle sınırlı kalmayacağı, ayrıca hem istenmedik bazı ekonomik sonuçlar doğuracağı hem de vatandaşların Avrupa devletleri ve kurumlarıyla iş, kültür ve turizm gibi çeşitli vesilelerle temas etmelerini de zora koşacağı tahmin edilebilir.

Bu arada, Anayasa Mahkemesi’nin ‘’makul sürede yargılanma’’ hakkının ihlâl edildiği iddiasıyla yapılan bireysel başvuruları artık incelemeyeceğine ilişkin kararının genişçe bir değerlendirilmesi ile Türkiye’de internet özgürlüğünün her yıl daha da geri gittiğine ilişkin Freedom House Raporunun bir özetini aşağıda bulacaksınız.

Ülke içinde veya içeriyle bağlantılı uluslararası kurumlarda bunlar olurken, Orta Doğu’da birdenbire dünya çapında etkileri olabilecek bir sıcak çatışma patlak verdi. Hamas’ın askerî kanadının 7 Ekim günü Gazze’den İsrail’e roket atışıyla başlayan ve sınır kapısından içeri girerek binden fazla İsrailliyi öldürüp bazı askerlerin rehin alınmasıyla devam eden beklenmedik ‘’Aksa Tufanı’’ harekâtı, şaşırtıcı olmayan biçimde, İsrail’in sert tepkisini çekti. Hamas, bilindiği gibi, Filistin Parlamentosunda temsil edilen ve İsrail’e karşı terörist yöntemler de kullanmaktan çekinmeyen Filistinli bir siyasî parti ve direniş örgütüdür. Beklenebileceği gibi, İsrail bunun üzerine hemen Gazze’yi hedef alan büyük bir hava saldırısı başlattı ve halkın üzerine sivil-muharip, kadın-erkek, çoluk-cocuk, yaşlı-genç demeden binlerce Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan bombalarını boşalttı. İsrail’in karşı saldırısından Gazze’deki ibadet yerleri ve hastaneler bile kurtulamadı, nitekim vurulan bir hastanede 500’e yakın insan öldü. İsrail bu arada daha önce duyurduğu Gazze’yi hedef alacak olan kara harekâtını da her an başlatabilir.

Hamas’ın saldırısına İsrail’in yaptığı -Filistinliler için büyük bir faciaya dönüşen ve hatta kimilerince ‘’soykırım’’ olarak nitelenen- ölçüsüz (meşru müdafaayı aşan) mukabelesi karşısında, başta ABD ve Avrupa olmak üzere Batı hükümetler hemen hemen tümüyle İsrail’i desteklerini açıklarken, aynı Batı dünyasında İsrail’in tutumuna yönelik cılız tepkiler de sadece sivil kesimlerden gelmektedir. Arap dünyası bile Filistin halkının dramı karşısında genel olarak sessiz kalmakta ve dişe dokunur bir tepki vermekten kaçınmaktadır. Bu arada, İsrail’le iyi ilişkilerini koruma endişesi ile ‘’Filistin Davası’’na sempatisi arasında sıkışmış bulunan Türkiye’nin AKP’li hükümetinin İsrail’e dönük itidal çağrıları ile ateşkes sağlama ve taraflar arasında arabulucu olma yönündeki girişimleri de, yine şaşırtıcı olmayan biçimde, sonuçsuz kalmaktadır. Her şeye rağmen, bu savaşın daha da büyüyüp bütün Orta Doğu’ya yayılmadan ve telâfisi imkânsız kayıplara ve insanî dramlara neden olmadan sona ermesi temenni olunur.

Bir sonraki Özgürlük Gündemi’nde buluşmak üzere.

* Mustafa Erdoğan


Anayasa Mahkemesi Pes Etti!

Anayasa Mahkemesi 10 Ekim 2023 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan Keser Altıntaş[1] kararında makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yapılan bireysel başvuruları artık incelemeyeceğini ilan etti. Bir mahkemenin kendi görev alanına giren bir konuda yapılan başvuruları incelemeyeceğine karar vermesi oldukça tuhaf, hatta tuhaf olmanın ötesinde açıkça Anayasaya aykırı. Zira Anayasanın 36/2. Maddesine göre “Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” Anayasanın bu açık hükmüne rağmen AYM niçin ve nasıl böyle bir karar verebildi?

Davaların makul sürede bitirilememesi Türk yargısı açısından kronik ve yapısal bir sorun, dolayısıyla bu sorunun esastan çözümü için kapsamlı yapısal tedbirlerin alınması gerekiyor. Ne var ki Türkiye hükümetleri ve Türk yargısı bu yapısal sorunun çözümüne yönelik esaslı bir reform yapmayı denemiş bile değil. Durum böyle olunca, davası makul sürede sonuçlandırılmayan kişiler AYM’ye bireysel başvuru tanınmadan önce AİHM’e, 2012 yılında bireysel başvurunun başlamasından sonra da AYM’ye akın akın makul süre başvurusu yaptılar. AİHM ve AYM’nin iş yükünün çok önemli bir kısmını oluşturan bu başvurulardan kurtulmak için AİHM 2012 yılında Ümmühan Kaplan/Türkiye[2] pilot kararını, Anayasa Mahkemesi de 2022 yılında Nevriye Kuruç[3] pilot kararını verdiler. Her iki pilot kararda da yapısal sorun tespiti yapılarak makul süre başvurularını incelemek üzere iç hukukta bir mekanizma oluşturulması gerektiği ifade edildi.

Ümmühan Kaplan kararından sonra 6384 sayılı Kanun ile Adalet Bakanlığı bünyesinde bir Tazminat Komisyonu oluşturuldu ve Mahkeme, önündeki başvurular hakkında kabul edilemezlik kararı vererek Komisyona başvurulmasını istedi. AİHM önünde yığılan makul süre başvuruları bu şekilde çözümlenirken bu sefer AYM önünde makul süre başvuruları yığılmaya başladı. AYM istatistiklerine göre bireysel başvurunun başladığı 2012 yılı Eylül ayından 2023 yılı Eylül ayı sonuna kadar toplam olarak 133.414 makul süre başvurusu yapılmış, bunlardan 86. 426’sı sonuçlandırılmış.[4]

Makul süre başvurularının yoğunluğu nedeniyle temel hakları koruma işlevini gerektiği gibi yerine getiremediğini ifade eden Anayasa Mahkemesi Nevriye Kuruç kararında, makul sürede yargılanma hakkına ilişkin olarak yapısal bir sorun bulunduğunu, bu yapısal sorunun giderilmesi için alınan her türlü tedbire rağmen makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle ortaya çıkacak zararların tazmin edilmesi için Anayasa’nın 40. maddesi gereğince bireysel başvurudan önce etkili bir başvuru yolunun kurulması gerektiğini tespit etmişti. Bu karardan sonra 7445 sayılı Kanun’un 40. maddesi ile 6384 sayılı Kanun’un geçici 2. maddesinde değişiklik yapılarak 9 Mart 2023 tarihi itibarıyla Anayasa Mahkemesi önünde derdest olan makul süre başvurularının Mahkeme’nin vereceği ‘’kabul edilemezlik’’ kararından sonra Tazminat Komisyonuna götürülmesinin yolu açıldı. Bu değişiklikten tatmin olmayan AYM, Keser Altıntaş kararında, bireysel başvurudan önce makul süre başvurularını inceleyecek daimî bir mekanizma kurulmadıkça makul süre başvurularını incelemeyeceğini belirterek 10 Mart 2013 tarihi sonrasında yapılan bireysel başvurular hakkında düşme kararı verdi.

Ancak bu karar sorunu çözmediği gibi daha da derinleştirdi. Öncelikle Anayasa Mahkemesi’nin pilot kararın gereğinin yerine getirilmemesine ilişkin yakınmaları haklı olmakla birlikte, belirttiğimiz gibi, bu karar açıkça Anayasanın 36/2. maddesine aykırıdır. Hiçbir mahkeme kendi görevi kapsamındaki bir davaya bakmaktan kaçınamaz. TBMM bir kanun çıkararak bu şikâyetleri inceleyecek bir mekanizma kurmadıkça AYM kendi görevini yapmaktan kaçınamaz. Anayasanın bu açık yasaklama hükmü dururken kendi İçtüzüğünün 80. maddesini amacı dışında yorumlayarak sorumluluktan kurtulamaz.

Ayrıca, AYM’nin AİHM’in Burmych ve diğerleri/Ukrayna[5] ([BD] kararına yaptığı atıf yanıltıcıdır. Zira söz konusu kararda Mahkeme pilot kararda tespit edilen Ukrayna’daki yargı kararlarının uygulanmamasına ilişkin yapısal sorunun çözülmemesi nedeniyle önündeki başvurular hakkında düşme kararı verirken söz konusu başvuruların uygulanmasını Bakanlar Komitesine havale etmiştir. Yani ihlal kararı vermiş olsaydı doğacak sonuç ne ise, başvurucular açısından aynı sonuç doğmuştur. Oysa AYM kararının uygulanmasını denetleyecek ve sağlayacak bir mekanizma yoktur.

Diğer taraftan bu karardan sonra makul süre şikâyetleri bakımından iç hukukta başvurulabilecek bir mekanizma da kalmamıştır ve bu kişiler için AİHM’e başvurmaktan başka bir çare yoktur. Bunun zaten Türkiye aleyhine yapılan başvurular nedeniyle ağır bir iş yükü altında olan AİHM açısından doğuracağı yeni iş yükü sorunu ve Türkiye ile Avrupa Konseyi arasında doğuracağı yeni gerilim de dikkate alınmalıdır. En önemlisi de adil yargılanma hakkı ihlâl edilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının içinde bırakıldığı çaresizlik halidir. Adaletsiz düzenlemeler, hukuksuz uygulamalar, gereksiz soruşturma ve kovuşturmalar, yetersiz, liyakatsiz ve bir kısmı yolsuzluğa bulaşmış yargı ve kolluk mensuplarının neden olduğu uzayan davalarla hayatları kararan vatandaşlar çaresiz bırakılmıştır.

 * Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu

AKPM, Kavala’nın Serbest Bırakılması Kararını Kabul Etti

Strazburg’da toplanan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Türkiye’ye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “bağlayıcı kararlarına uyması” ve “hukuka aykırı bir biçimde tutukluluğu devam eden Osman Kavala’yı derhal serbest bırakması” kararı aldı. 62 üyenin oy kullandığı oturumda 44 üye karardan yana 18 üye karara karşı oy kullandı, böylece katılanların üçte iki çoğunluğuyla karar alınmış oldu. Kararda ayrıca Kavala davasının “sözleşme sisteminin temellerini baltaladığı” vurgulandı. Petra Bayr’ın raporuna dayanan kararı kabul eden AKPM, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2019 yılında verdiği derhal salıverilmesi kararına rağmen Türkiye’nin insan hakları savunucusu olan Kavala’yı bırakmadığını ve bunun Mahkeme’nin Temmuz 2022’de verilen ikinci karara rağmen Türkiye’nin bu kararlara uyma yükümlülüğünü yerine getirmediğini belirtti. AKPM üyesi parlamenterler “Türk yetkililerin bu kararı infaz etmeyi reddetmesi, yalnızca Osman Kavala ve ailesi için kişisel bir trajedi değil, aynı zamanda Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve adalet açısından da bir trajedidir” diyerek Kavala’nın “siyasi tutuklu” tanımına girdiğini ve Türkiye’nin bu tutumunun “onu susturmaya yönelik olduğunu” belirttiler.

Oldukça istisnai bir duruma işaret eden Kavala davası ve AİHM kararları karşısında Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmemesinden dolayı AKPM’nin 2319 (2020) sayılı Kararda öngörülen tamamlayıcı ortak prosedürü başlatmak için zamanın geldiği belirtildi. Bu doğrultuda üye devletlere, “Türkiye’nin Osman Kavala’yı, ‘Magnitsky mevzuatını’ veya diğer mevcut yasal araçları serbest bırakmaması durumunda, özgürlüklerin hukuka aykırı ve keyfi olarak yoksun bırakılmasından sorumlu olan savcılar ve hakimler de dahil olmak üzere yetkililere yönelik hedefli yaptırımlar uygulanması” tavsiyesi yapıldı. Ayrıca Parlamenterler Meclisi, Osman Kavala’nın 1 Ocak 2024’e kadar tahliye edilmemesi halinde “2024 yılının ilk kısmi oturumunda Türk delegasyonunun yeterlik belgelerine itiraz etme yetkisinin devreye gireceğini ve Türkiye delegasyonunun AKPM’de oy kullanma haklarından yoksun kalacaklarını belirtiyor. Son olarak AKPM, “Kavala kararının infazının sağlanması, Sözleşme sisteminin korunması ve Örgütün güvenilirliğinin sağlanması için Bakanlar Komitesi, Genel Sekreter ve Türkiye ile yakın işbirliği içinde çalışmaya” hazır olduğunu belirtti.

AİHM kararlarına uymaması ve Kavala’yı serbest bırakmaması, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve Türkiye-Avrupa ilişkileri açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Öncelikle Kavala’nın tutukluluğunun devamı, Türkiye’nin uluslararası hukuk ve insan hakları normlarına saygı göstermediğini açık bir biçimde göstermektedir. Zira AİHM kararlarına rağmen Kavala’nın serbest bırakılmaması uluslararası hukukun temel prensiplerinden biri olan “bağlayıcı kararlara uyma” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Öte yandan Türkiye’nin verilen kararlara uymaması ve insan hakları ihlâlleri konusundaki tutumu, Türkiye’nin itibarını ciddi bir biçimde zedeliyor. Bu kaçınılmaz olarak Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ve kurumlarıyla halihazırda kötü olan diplomatik ilişkilerini daha da kötüleştirecektir. Ayrıca AKPM’nin Türkiye delegasyonunun yeterlik belgelerine itiraz etmesi ve oy kullanma haklarını kısıtlama tehdidi de ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu, en nihayetinde Türkiye’nin Avrupa Konseyi içindeki etkisini zayıflatabilir.

 * Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi

Türkiye İnternet Özgürlükleri Raporu’nda Gerilemeye Devam Ediyor

2009 yılından bu yana her yıl ABD merkezli Freedom House’un yayımladığı İnternette Özgürlükler Raporuna (Freedom on the Net) göre, geçtiğimiz yıl dünya çapında 20 ülkede internet alanında özgürlük alanında iyileşme gözlemlenirken, Türkiyenin de aralarında bulunduğu 29 ülkede ise gerileme tespit edildi.

Raporun Türkiye kısmını yazdığım 2019 yılından bu yana, Türkiye’de yalnızca internet özgürlükleri değil, maalesef haklar ve hürriyetler alanının tamamında bir gerilemeyi gözlemlemeye devam ediyoruz. İnternet özgürlükleri açısından şu ana kadarki en kötü durumu gördüğümüz bu yıl, ayrıca son on yılda Türkiye’nin özgürlükler alanı en hızlı daralan üçüncü ülke olduğunu da gösterdi bizlere.

Bu yıl “Yapay Zekâ’nın Baskıcı Gücü” başlığıyla yayımlanan Freedom on the Net raporu, dünya çapında kesintisiz gerilemenin devam ettiğini gösteriyor; Türkiye de bu gerilemede öncü ülkelerden biri. Öyle ki, son on yıllık dönemde Myanmar’da 30 puanlık bir gerileme, Rusya’da 19 puan, Türkiye’de ise Uganda ve Venezuela ile birlikte 15er puanlık bir düşüşle en hızlı özgürlük alanı daralan ülkeler oldular.

Geçtiğimiz yılın öne çıkan gelişmelerine baktığımızda, Dezenformasyon Yasası’nın Meclis’ten geçmesi ve yürürlüğe girmesi, ardından da hapsedilen gazeteciler ve verilen mahkûmiyet kararı göze çarpıyor. Ayrıca, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK) yasadışı kitle gözetim faaliyetleri, Şubat ayında gerçekleşen yıkıcı depremlerin ardından çöken iletişim kanalları, yine depremden sonra ve 2022 yılında İstanbul’da gerçekleşen terör saldırısı ardından sosyal medyaya erişimin kısıtlanması da yine en çok etki eden gelişmeler arasında yer aldı.

Raporda, kullanıcıların internete erişimini etkileyen önemli unsurlardan biri de yüksek enflasyon nedeniyle artış hızı düşen yeni abonelikler ve ülke çapında yıldan yıla daha yaygın görülmeye başlayan bağlantı kablosu hırsızlıkları da dikkat çekici gelişmeler oldu.

Geçtiğimiz yıl öne çıkan yeni gelişmelerin haricinde, ayrıca birçok kullanıcının ifadeleri nedeniyle fiziksel şiddete, hakarete, soruşturmaya ve hukuki süreçlere maruz kalması; toplumsal cinsiyet alanına dair ibarelerin baskıcı uygulamalarla kısıtlanmaya devam etmesi; bağımsız haber mecralarının “güvenli internet paketi” kapsamında tutularak toplumun geneline erişmesinin önünde engeller oluşturulması gibi birçok uygulama da bu yıl kendini tekrarladı.

Her ne kadar dijital ortamlarda yapılan yayınlar nedeniyle hapis cezaları ve tutuklamalar gerçekleştiyse de, geçtiğimiz yıl kimseye uzun süreli mahkumiyet verilmemesi rapordaki tek olumlu gelişme olarak yer buluyor.

Rapora göre bu yıl Türkiye 30 puanla, özgür olmayan ülkeler arasında Tayland (39), Azerbaycan (37), Rwanda (37) ve Kazakistan’ın (34) hemen altında, 30 puan alan diğer ülkeler olan Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte, Venezuela (29), Bahreyn (28) ve Mısır’ın (28) hemen üzerinde yer alıyor. Ayrıca, Avrasya bölgesinin ayrı bir bölge olarak değerlendirildiği raporda, Türkiye Avrupa kıtasında izlenen ülkeler arasında özgür olmayan tek ülke olarak öne çıkıyor.

Geçtiğimiz yıllarda dijital alanı düzenleyen yasa yapım süreçlerinde muhalefet partilerinin gerekli derecede konuya değinmemesi, bu konuda bir gündem yaratmak için girişimde bulunmaması, eleştirel açıdan yasaya değinen uzmanların bağımsız medyada yeterince yer bulmaması içinde bulunduğumuz duruma katkı sunan gelişmeler oldu. Göreve yeni başlamış Meclis’in önümüzdeki beş yıllık süreçte kişilerin verilerinin hususiyetinin korunması, kitle gözetim ve fişlemenin sona erdirilmesi, siyasi odakların ve devletin yurttaşlar üzerinde baskıcı gözetimine karşı konulması, özgür ve açık internetin korunması gibi alanlarda çok daha etkili bir performans sergilemesini umarak, ayrıca bağımsız medyada da dijital haklar ve hürriyetler alanında da daha fazla farkındalık yaratacak yayınlar ve yorumlar görmeyi ümit ediyoruz. Ayrıca son olarak, Freedom on the Net raporu gibi sıralamalarda puanlamadan ziyade eğilimlere odaklanmamız gerektiğini ve Türkiye’nin gidişatını özgür olmayan ülkelerden özgür ülkelere çevirmesini de umut edelim.

Raporun tamamına erişmek için: https://freedomhouse.org/report/freedom-net/2023/repressive-power-artificial-intelligence

* Gürkan Özturan

 


[1] Keser Altıntaş [GK], B. No: 2023/18536, 25/7/2023 

2 Ümmühan Kaplan/Türkiye, B. No: 24240/07, 20/3/2012

3 Nevriye Kuruç [GK], B. No: 2021/58970, 5/7/2022

4 https://www.anayasa.gov.tr/media/8917/bb_2023_3_tr.pdf

5 Burmych ve diğerleri/Ukrayna ([BD] B. No: 46852/13, 12/10/2017.

 

Önceki İçerikBireysel Otomobil Piyasası ve Vergi Yükü
Sonraki İçerikPiyasalar İklim Değişikliğine Nasıl Uyum Sağlıyor?